11 Şubat 2017. Gazeteci İrfan Değirmenci‘nin sosyal medya hesaplarından referanduma neden hayır diyeceğini açıklaması üzerine Doğan Grubu, İrfan Değirmenci’nin “tarafsızlık” ilkesini ihlal etmesinden ötürü kendisinin işine son verdiğini duyurdu.[1]
Sonuçta Cumhurbaşkanı taraflı, gazeteci tarafsız, referanduma hayır diyen de terörist olmalıydı. Böyle buyrulmuştu.
Aynı 11 Şubat 2017’de, Kanal D’de yayımlanan Poyraz Karayel‘in de bitiyor olduğunu dizinin senaristi Ethem Özışık’ın tivitinden öğrendik.[2]
Dizi demişken önce geniş bir parantez açmaya çalışalım. Günümüzde diziler, toplumda çok fazla karşılık bulan, bu özelliği sayesinde de toplumların yönlendirilmesinde yönetenlerce (bunlara toplum mühendisleri de diyebiliriz) fazlaca önemsenen bir seçenek, sektör. Emperyalizm tarafından paramparça edilen Yugoslavya ile ilgili bir söz tam da durumun önemini anlatır nitelikte:
“Halk: Yugoslavya bölünürken biz evde dizi izliyorduk.”
Diziler üzerinden tüketim kültürünün, uçlarda yaşanan hayatların ve olayların, şiddetin, illegal unsurların, bireycililiğin ne kadar meşrulaştırıldığını görmek için de kahin olmaya gerek yok.
İşte bu durumda insan, anti-emperyalist bir tavırla “Diziler kaldırılsın.” diyor ama öyle düşünmek de -en azından bir anda- çok mantıklı değil. Sebebi şu ki; yerli-yabancı tüm dünya adeta bir dizi cenneti, belki de çöplüğü. Böyle bir durumda tüm dizileri yayından kaldıramazsın. Ülkende yasaklamak da sadece yabancı dizilere eğilimi arttıracaktır. Yasaklanan şeyin cazip gelme durumu ise başka bir gerçeklik olarak karşımızda.
İşte böyle bir durumda akla en yatkın seçenek, yanlış olan bir şeyin yaratacağı büyük boşluk ve tepkiselliği düşünerek yıkmamak, “dönüştürmek”.
Bunun örneklerini gördük.
Dizi sektörü, ciltlerce kitapların yapamadığını yaptı çoğu zaman. Bir toplum, bir şehzadenin haksızlığa maruz kaldığını ve haksızca öldürüldüğünü yüzyıllar sonra öğrendi ve bugün olmuş gibi üzüldü. Yine öldüğü için gıyabi cenaze namazı kılınan dizi karakterleri de var.
Bu sebeple bazı diziler, sektörün yönetenlerin tavrı bu yönde olmasa da -hatta onların tavrının tam tersi olarak- sisteme kama gibi saplanabiliyor. En azından bunu deneyebiliyor.
Bunu deneyen diziler vardı.
Leyla İle Mecnun. Oyuncularının Gezi direnişine katkı sağlamasından ötürü yayından kaldırıldı. Behzat Ç. de yine muhalif tavrından ötürü önce kısıtlandı. Sonra kaldırıldı. Tamamen bu diziler gibi olmasa da terör örgütü uzantıları tarafından yayından kaldırılması için meclise defalarca teklif gelen ve çözüm sürecinde yine “birden” bitirilen Sakarya Fırat ve bu gibi çok fazla olmayan örnek.
Bu yazıyı yazmaya 12 Şubat’ta başlamış ve şunları söylemiştim:
“Malum ortam karışık, zemin de kaygan, o yüzden insan düşünmeden edemiyor:
Poyraz Karayel, iki farklı tip izleyicinin beğenebileceği bir dizi. Birincisi genel olarak aksiyon ve romantizm seven ve dizi izleme kültürü olan, her gün bir dizi izlerken çarşamba günü de Poyraz Karayel izleyen bir izleyici kitlesi.
İkinci tip izleyici kitlesini açıklamak içinse bu izleyicinin dizide gördüklerini anlatmak gerekecek.
Öncelikle dizide görsel manada sürekli bir Atatürk ve Türk bayrağı vurgusu var. Ciddi manada yer yer tek yer yer tüm karakterler üzerinden tüketim kültürü eleştirisi, emperyalizm eleştirisi, AVM eleştirisi var.
Örneğin bu dizide dünyayı belli bir “yapı”nın yönettiğini, bu yapının tüm ülkelerde en üst mevkilerde adamlarının olduğunu, bu kişilerin uzantılarının belli maden fabrikalarına sahip olup bu fabrika atıklarının kirlettiği dereler yüzünden çocukların öldüğünü, bunun üstüne giden insanların bu yapının uzantıları tarafından öldürüldüğünü görebiliyorsunuz. Hatta dizide şeklen dünyayı yöneten ailelere ve onlar arasındaki iletişim yöntemlerine de atıf yapılıyor.
Dizide bu yapının silah ve uyuşturucu ticaretindeki aktif rollerini görmek de mümkün.
Yine aynı şekilde dizideki baş karakter, ülkenin istihbarat yetkililerine “Ben bu ülkeyi her şeyiyle seviyorum, ama sizin gibi sevmek istemiyorum, bari o temiz kalsın.” diyebiliyor. Başka bir bölümde de Ortadoğu’ya gidip emperyalizm-cihatçılar ilişkisini ortaya koyabiliyor. Orada yetiştirilen kişilerin Türkiye’ye canlı bomba olarak gelmesini de, sistem tarafından hedef alınan bazı kişilerin toplu terör saldırısı süsüyle suikasta kurban gitme ihtimalini de yine dizi aklına sokabiliyor insanın. Dizinin bir bölümünde Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) reklamı yapılıp başka bir bölümde de atanamayan öğretmenlerin hislerine tercüman olunabiliyor.
Ve de dizinin iskeleti, Oğuz Atay‘ın Tehlikeli Oyunlar romanının üzerine oturtuluyor. Tutunamayanlar ve Korkuyu Beklerken romanlarından da besleniyor. Başta Oğuz Atay olmak üzere edebiyat ve kitap okumak ciddi düzeyde olumlanıyor.
Dizinin karakterlerinin neredeyse tamamı, sosyal medya hesaplarında Atatürk ve Cumhuriyet hassasiyetlerini çekinmeden paylaşıyor. Dizinin “ikinci tip” izleyicisinin hassasiyetlerini de dizinin yukarıdaki özellikleri ortaya koyuyor.
Verdiği mesajlar çoğaltılabilir ama dizinin verdiği mesajlardan ilk olarak akıllara gelenler bunlar. Dizi sektöründe kendisini “sistemdışı” ve “eleştirel” biçimde konumlayan ve internete yüklenen bölümleri bile milyonlar izlenen bu dizi, neden sezon ortasında final yapar, insan buna mantıklı bir açıklama bulamıyor. Aslında buluyor da bu birilerinin pek işine gelecek gibi durmuyor.”
İşte tam da bunları demişken yaklaşık üç hafta önce, kaldığımız yerden devam edelim biten dizinin ardından.
Yukarıdakileri toparlayacak olursak, dizi; anti-emperyalizm, anti-tüketim kültürü ve bayrak, Atatürk hassasiyetine sahip, tepeden tırnağa sistem eleştirisi bir dizi. İzleyenler “şiddet vurgusu” üzerinden eleştiri yapabilir ama dizideki şiddet çağrışımını anlamak için de dizinin senaristi Ethem Özışık’ı ve onun etkilendiği kişileri biraz tanımak gerekiyor. Bu kişilerden birisi anlaşılacağı üzere Oğuz Atay. Bir diğeri de ünlü yönetmen Stanley Kubrick. Kubrick’in filmlerinin en önemli özellikleri, genelde edebi eserlerden uyarlanıyor olmaları. Ayrıca mükemmeliyetçi bir atmosfer yaratma kaygısı duyulması ve gerçekçilikle sembolizmi içinde çok fazla barındırması. Kubrick’in bu öncelikleri, sinemaya uyarladığı eserlerde de kendisini gösteriyor.
Bu özellikler, öncelikle Kubrick’in bir filmini akla getiriyor:
Anthony Burgess‘in ünlü eserinden uyarlanan Otomatik Portakal.
İşte o Otomatik Portakal’la ilgili Anthony Burgess’in açıklaması, Ethem Özışık ve dizide vurgulanan “şiddet” olgusunun açıklamasını içinde taşıyor:
“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.”
Başta Oğuz Atay ve şiir olmak üzere edebiyata, sinemaya, siyasete ilgi duyan ve kendisini bu konulara yönlendirenler ile sıradan dizi izleyicileri arasındaki fark ve aldıkları mesajlar, bir filmi üç boyutlu gözlükle izleyenle izlemeyen arasındaki fark kadar keskin oluyor.
İşte bu kadar farkındalık sahibi olan, farkındalık yaratan ve ülkede en çok izlenen dizilerden birisinin son bölümündeki yer yer aceleciliğini, neredeyse tamamının sosyal medya kullandığı oyuncularının dizinin bitmesi ile ilgili şaşkınlıklarını ve hüzünlerini gizleyemediği yerde buna oyuncuların yine neredeyse tamamının sosyal medya hesaplarında belirgin bir şekilde görülen Cumhuriyet ve Atatürk hassasiyetini de ekleyince dizinin birilerini rahatsız ettiğini kestirmek zor olmuyor.
Saçma sapan dizilerin yıllarca sürdüğü yerde böyle bir dizi sezon ortasında bitiriliyor. Aslında burada mesele sadece dizi falan değil. Dizi demişken bir parantez daha açmakda fayda var, burada savunulan şey bir dizinin hayatın merkezine konması, bir yurttaşın öncelikli sorumluluklarından kaçıp yapay olgularla yatıp kalkmasının olumlanması değil.
Mesele; popülerizmden faydalanılarak popüler kültürün vurulduğu, sistemden faydalanılarak sistemin doğrulttuğu silahı sisteme doğrultan ürünlerin çok fazla kitleye sahip olsa bile çok rahat harcanabilmesi.
Bu noktada dizinin başrol oyuncusu İlker Kaleli’nin Bavul dergisindeki yazısının bir kısmı, anlaşılırlığa katkı sağlaması açısından önemli:
“Popüler olan her şey sığ değildir!
Sete gelenlerin elinde Oğuz Atay kitapları görmek muhteşem bir duygu. O kitabı ellerine almalarında bir parça bile katkımız olduysa bundan daha büyük mutluluk olamaz. Ne mutlu bize ki bu kadar kıymetli bir yazarımızın -bilen insanları tenzih ediyorum ama bilmeyen insan çok vardı- Oğuz Atay’ın varlığından haberdar ettik. Ve buna en nihayetinden kim ne derse desin popüler kültür oyuncaklarından olan bir “dizi” dikkat çekti. Ama zaten hep tartışmamız gereken şey bu. O kadar önyargılıyız ki her şeye. Bir şeye doğrudan önyargılı olursan onun beraberinde getireceği iyi şeylere de karşı koymuş olursun. İçeriksiz olan şeyle, popüler olan şey aynı değildir. Popüler olan her şey sığ değildir! Poyraz Karayel de popüler ama hiçbir zaman sığ değil, olmayacak da. Olmayacağını biliyorum çünkü senaristimizi tanıyorum ve ne istediğini biliyorum.
Tabii şurasını tartışırız, keşke Oğuz Atay yaşadığı yıllarda şu an gördüğü ilgiyi görseydi. Keşke herkes onun farkına varsaydı, İşte tam da bu noktada kendi özeleştirimizi vermeliyiz.
Niye popüler kültür denilen şey hayatımızda bu kadar baskın ve her şeyimize yön verebilecek kadar güçlü?
1972’de yazılmış ve TRT’den En İyi Roman Ödülü’nü almış ama okuyucusuna arzu edildiği kadar ulaşamamış bir kitap şu an neden herkesin dilinde?
Neden duvarda duvar yazıları var? Neden bunun bir diziyle evimizin içine sokulmasını bekledik?
Neden ancak güzel bir dünyada, güzel bir aşk hikayesinin arasında sunulduğu zaman ilgimizi çekebildi?
Poyraz’dan önce Hikmet vardı, Turgut vardı, Selim vardı… Niye onları görmek istemedik? Onlara hiç gitmedik hep bize gelmesini bekledik. Biz ne zaman kalkıp kendimiz gideceğiz sanata? Biz ne zaman en yalın ve anlaşılabilir haliyle bize sunulmasını beklemeden açacağız kitap kapaklarını?
O kadar korkulacak bir şey de yokmuş demek ki. Bakın, izleyince çok sevdiniz. Niye okumak istemediniz?
Sanırım önce bu sorulara cevap verip sonra eleştirmeye başlamalıyız.”[3]
Sadece bu alıntı bile aslında dizinin kaygısını ve önceliklerini de bizim diziye bakışımızı ve önceliklerimizi de ortaya koyuyor.
***
Dizi sektöründeki bireysel dönüşümler devrim niteliğindeydi oysa.
Poyraz Karayel, Oğuz Atay’ın içine Anthony Burgess tadında eylemsellik katılmış ama yayımlanmamış bir romanı, Kubrıck’inse çekemediği bir filmi gibiydi.
Tepeden tırnağa edebiyattı her şeyden önce. Sesli ve görüntülü kitap gibiydi.
İlker Kaleli’nin sorularını onaylayıp ek sorular sormakta fayda var:
Sistemin sistem dışı ürünlere tahammülünün bu ürünlere talep olmasına rağmen bu kadar az olduğu yerde bu “dönüşümler”, “bireysel çıkışlar” daha ne kadar sahipsiz kalacak, her alanda?
Üretim, tüketime daha ne zamana kadar kaybedecek? Her alanda ne kadar daha güçlüyken gücünü yaptırıma dönüştüremediğinden değerleri ellerinden alınan kişiler olacağız?
Birisi Albay’a da doğruyu söylesin: “Bitmiyoruz albayım, bitiriliyoruz!”
Tehlikeli Oyunlar‘ı temeline oturtan bir çalışma, tehlikeli oyunlar oynuyor -bunu yapmadan çok daha rahat yoluna devam edebilecekken-, karşılığında belli ki birileri tarafından hedef oluyor ve “tutunamıyor“.
Delilere haftada iki saati bile çok görüyorlar. Aklımız daha da çıldırıyor.
ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
2 MART 2017
DİPÇE:
[1] https://www.kanald.com.tr/kanal-dden-duyuru
[2] https://twitter.com/ethemozz/status/830429242068451328
[3] Bavul, Ocak 2017, Sayı 16, Sayfa 26-27
Yorum Ekle