1921’e, daha sonra Mustafa İsmet Bey’e soyadını verecek olan İnönü’ye gidersek; Bağımsızlık Savaşı’nın kahraman komutanı, Batı Cephesi’nde işgâlcileri püskürten ordunun “yalnız düşmanı değil, milletin mâkus tâlihini de yenen” onurlu subaylardan biri…
1922/3’e, İsviçre’nin Lozan kentine gidersek; kanla kurulan yeni Türk devletini dünyaya kabûl ettiren, Türkiye’yi kapitülasyonlardan, Kürt ve Ermeni ayrılıkçılığından kurtaran, “Şimdi cebimize koyduklarımızı zamanı geldiğinde birer birer önünüze çıkaracağız!” diye çemkiren İngiliz Lord Curzon’a karşı millî haklarımızı savunan, Lozan Antlaşması’nı imzalayan Türk kurulunun başı…
13 yıl boyunca Atatürk’ün başbakanlığını yapmış, devrimler gerçekleşirken onun yanında yer almış, ancak Gâzi’nin ölümüne yakın onunla arası epey bozulmuş bir devlet adamı…
İşin bir de öteki yüzü var. İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver Devletleri’nin teslim olup da yeni bir dünya düzeninin kurulduğu o günlere gidersek; İsmet İnönü çeyrek yüzyıl önce savaş meydanlarında çarpıştığı emperyalizme Türkiye’yi teslim eden, imzaladığı “yardım” antlaşmalarıyla, Amerikan “misyon görevlileri”nin Türk devletinin kılcal damarlarına sızmasına olanak sağlayan kâğıt parçalarıyla, Türkiye’yi Amerikan boyunduruğu altına sokan, bağımsızlık düşüncesini unutmuş bir cumhurbaşkanı… Türkiye’de eğitimden kültüre, siyasetten bürokrasiye uzanan her alanında emperyalist müdahalesinin ve sermayesinin büyük bir rahatlıkla girdiği o yıllar, bugün ülkemizin çöküşüne çare arar vaziyette olmamızda büyük payı olan yıllardı kuşkusuz.
Devlet Plânlama Teşkilatı’nda görevlendirilen Amerikalı Richard Podol 1963 yılında yazdığı raporda şöyle demiştir: “On yıldan fazla zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerika’da eğitim görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da bir kamu iktisâdî teşebbüsü hemen-hemen kalmamıştır. Hâlen bulundukları kuruluşlarda ilerici kuvvet niteliği taşımakta olan bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük ya da müsteşarlık görevlerine geçmeleri beklenir. (…) Türk yöneticisi batı dünyasının bir parçasıdır, Türk yöneticileri bir Türk stili oluşturma çabasına sahip değil ve daha çok Amerikalı veya Avrupalı gibi hareket etmek istiyor.”
Örneğin işte bu onursuzluğu bize yaşatan; emperyalist politikaların görevlisi bir adamı DPT’de maaşla çalıştırıp, Türkiye’yi yönetenlerin yabancı bir ülkenin etkisinde olduğunu açıkça yazabilmesine izin verişimize, buna ortam hazırlayan İsmet İnönü’yü nasıl analım?
1949’da içinden çıktığı Türk ordusunu NATO’ya bağlamak için başvuran, 1963’te AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ile Ankara Antlaşması’nı imzalayıp ödüncü bir politika izleyen İnönü, örneğin 1963-1964’te Kıbrıs’ta Türklerin katledilmesi üzerine adaya asker çıkaracağını duyurmuş, Batı’nın bundan rahatsız olabileceği sorusu üzerinde “Batı ittifakı yıkılır, yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur!” diyebilmiş, ancak Amerikan Başkanı Johnson’un siyasî geleneklere aykırı saygısız ve tehditkâr mektubundan sonra çark etmişti. Kıbrıslı Türkler 10 yıl bekleyeceklerdi…
Yıl 1950’dir, Mart ayı, İsmet Paşa hâlâ cumhurbaşkanı. ABD Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Lawton Collins Ankara’ya gelir. T.C. Millî Savunma Bakanı, üst düzey TSK yöneticileri ve ABD elçilik görevlileri ile İnönü ve Collins toplantıdadır. Konu Türkiye’nin önerdiği yeni “Ortak Savunma Plânı”dır. İnönü Amerikan ekonomik ve askerî “yardım”ını över. General, Türk savaş plânlarına göz atmak ister, ancak gelebilecek tepkilere karşı “Türkler bunların açıklanmasını istemiyor, farkındayız. Bu bilgiler Kongre’ye taşınmayacak” der. İsmet İnönü, General’e çekincesinin yersiz olduğunu gösterir; Türkiye millî güvenlik ve bağımsızlık anlayışını emperyalizme teslim etmiştir bile: “Biz Amerika ile çalışıyoruz ve sizden saklayacak bir şeyimiz yok.” der.
Kendisi için “Çok iyi bir devlet adamıydı.” denir. Örneğin 27 Mayıs’tan sonra ülkenin karışıklıkları gidermesinde çok emeği olmuş, darbeci Talat Aydemir’in alt edilmesinde büyük pay sahibidir. Kanımızca “Tecrübeli bir devlet adamı”dır evet, ama bir devletin bağımsızlığını hiçe sayan, yabancı orduların yöneticilerine gizli askerî bilgileri açan bir anlayışın “iyi bir devlet adamı” olduğunu söylemek pek olanaklı değil.
1940’lar ile 60’lar yerine biraz geriye dönüp 1939’a, Çankaya’ya gidersek; Atatürk’ün yakınındakileri tasfiye edip onun karşıtlarını CHP’ye dolduran bir “Millî Şef” görürüz.
Kısaca, Türk Bağımsızlık Savaşı’nda düşmanı vuran o eller, Atatürk’ten sonra onun “istiklâl-i tam” davasını hançerlemiştir. Fransız Devrimi’nden beri “Devrim, kendi çocuklarını yedi.” diye bir söz türemiştir, Türk Devrimi için de kullanılır. Bizde tam tersi olmuştur, kendi çocukları, devrimi yemiştir!
Ne yazık ki “İkinci Adam”, Kemâlizmi yozlaştırmış, CHP’yi emperyalist yanlısı, elitist, zaman zaman dinciliğe bile ödün veren bir partiye dönüştürmüş ve “sahte Atatürkçülüğün” ilk örneğini oluşturmuştur.
Kendisini büyük saygıyla ve bir o kadar da yergiyle anıyoruz. Keşke İsmet Paşa adını tarihe daha temiz, daha onurlu bir şekilde yazdırabilseydi…
Yorum Ekle