Geçtiğimiz yıl patlak veren Covid-19 pandemisi, mevcut ekonomik üretim ilişkilerinin yarattığı gelir eşitsizliğinin boyutunun ne denli ciddi olduğunu gözler önüne serdi. İnsanlık, ekonomik gelişmişliğiyle övünen batı ülkelerinde bile, toplum içerisindeki ekonomik ve sosyal uçurumların, pandemi gibi olağanüstü hallerde ne kadar derinleştiğini ve ne tür sonuçlar yarattığının gözlemleme fırsatı buldu.
Bu gözlemler, kapitalizme ve neo-liberal politikalara yönelik eleştirilerin tonunu arttırmış durumda. Ancak, belirli bir ekonomik gelişmişlik seviyesine sahip olan batı ülkeleri, kendi halkları içerisindeki bu derin uçurumun üzerini kapatmak adına, bütçelerinden kendi vatandaşlarına ciddi bir miktar ayırdılar. Böylece, devlet sübvansiyonu ile Covid-19 pandemisinin yarattığı ekonomik zarar bir ölçüde giderilmeye çalışıldı. Toplumdan sisteme karşı gelebilecek olan sert reaksiyonların önüne geçildi. En azından şimdilik öyle görünüyor.
Bununla beraber, Türkiye’de ise senaryo farklı şekilde gelişti. Pandemi sürecinde ekonomik paketler, halkın ihtiyaçlarını karşılamaktan ve ekonomik eşitsizliğin yarattığı yıkıcı durumu bir parça da olsa onarmaktan ziyade, iş çevrelerinin yani sermayedar kesimin taleplerini karşılamaya yönelikti. Türkiye’de iş çevreleri yıllardır olduğu gibi, devletten yardım alma konusunda çalışan halk kesimlerinden daha çok pay aldılar.
Vatandaşlara ve özellikle de öğrencilere bu pastadan çok küçük ve “gülünç” sayılabilecek bir dilim ayrılmakla yetinildi. Emekçiler ve öğrenciler, adeta görmezden gelindi.
İlkokul, Ortaokul ve Lise Öğrencilerinin Sorunları:
İlkokul, ortaokul ve lise öğrencileri bu pandemi sürecinde uzaktan eğitim yoluyla eğitim hayatlarını sürdürmeye çalıştılar. Çalıştılar diyoruz, zira yüksek meblağlar harcandığı iddia edilen Milli Eğitim Bakanlığı altyapısı üzerinden dersleri takip etmeye çalışan öğrenciler, Eğitim Bilişim Ağı (EBA)’nın çökmesinden tutunda – ki dönemin bakanı Ziya Selçuk bu durumu “Bu bizim için aslında olumlu bir haber. Talepte sıçrama oluştu.” gibi absürt bir açıklamayla izah etmişti – , internet ve bilgisayar, tablet vb. materyallere sahip olamamaları gibi bir çok sorunla karşı karşıya kaldılar. Zamanında “fırsatları arttırma teknolojiyi iyileştirme hareketi” sloganıyla ortaya çıkan MEB bünyesindeki Fatih Projesi’nde göstermelik olarak dağıtılan tabletlerin. kırsal kesimlerde yaşayan öğrencilere ulaşma ihtimalinin düşüklüğü göz önüne alındığında, “altyapısı yok” denilebilecek köylerdeki öğrencilerin dersleri ne kadar takip edebildiği, daha doğrusu takip edip edemediği daha net anlaşılacaktır.
Üniversite Öğrencilerinin Sorunları:
Üniversite öğrencileri de Türkiye’deki üniversitelerin altyapı yetersizliğinin sonuçlarıyla yüzleştiler. “Her yere üniversite açıyoruz” mantığıyla açılan üniversitelerin sadece bina dikmek ve tabela koymaktan ibaret olduğunu zanneden anlayışın yarattığı bu sonuçlar, birçok bölümde birçok öğrencinin derslerden verim almasını olanaksız kıldı.
Pandeminin Türkiye’ye ulaştığı ve tüm eğitim-öğretim kurumlarının yüz-yüze eğitim faaliyetlerini durdukları 2020 yılının Mart ayından bu zamana kadar yaklaşık 21 ay geçti. 21 ay sonra ilköğretimden yükseköğretime kadar hemen hemen bütün eğitim kurumları yüz yüze eğitme geri dönmeye başladılar. Ancak özellikle de üniversite öğrencileri, gittikleri şehirlerde yurt ve ev bulma gibi konusunda ciddi sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Fahiş fiyatlarla kiraya verilmeye çalışılan ve fiziki şartları bir insanın yaşayabileceği şartlardan oldukça uzak olan evlerden tutun da, yedeğin yedeği listesi olan özel yurtlara kadar, tüm odaları dolu misafirhanelerden, yaklaşık 9-10 bin kişinin sıra beklediği ve yüksek ihtimal bu yıl içinde sıra gelmeyecek olan Kredi Yurtlar Kurumu yurtlarına kadar bir çok sorun, öğrencileri umutsuzluğa itmiş durumda. İnsanın en temel haklarından biri olan “barınma sorunu”yla karşı karşıya bırakılan bu öğrenciler, bileklerinin hakkıyla kazandıkları üniversiteleri terk etme noktasına sürükleniyorlar.
Normal şartlarda öğrenciler yabancı oldukları şehirlere bir alışma ve uyum süreci yaşarlarken bugün gelinen noktada birçok öğrenci, üniversite okuyacağı şehirde nerede kalacağını düşünmekle meşgul. Umutla, çabayla ve emekle üniversitelere yerleşen öğrencilere maddi ve manevi anlamda büyük bir yük yüklendi ve öğrencilerin bu durumu ne kadar kaldırabileceklerini tahmin etmek de güç.
Bütün bu sebeplerle öğrenciler de “barınamıyoruz” diye haykırarak seslerini duyurmaya, mevcut soruna karşı bir çözüm bulunması için farkındalık yaratmaya çalışıyorlar.
Haykırışlarını duymak kolay. Ama görmezden gelmek de kolay. Türkiye’de sorunların görmezden gelmekle, halı altına süpürülmekle çözüleceğine ya da bir anda ortadan kaybolacağına inanan yönetim anlayışı, pek tabi bu haykırışı da görmezden gelmeyi tercih edecektir. Ediyor da. Birkaç belediye ve konuya hassasiyet gösteren vatandaş dışında yetkililerin mevcut sorunu çözmeye dair hiçbir nitelikli girişimi yok. Onlar, her zamanki yaklaşımlarını tercih ederek, kolaycılığa kaçarak halkın gözlerinin içine baka baka “barınma sorunu diye bir şey yok” diyebiliyorlar.
Öte yandan, barınma sorununun ilk başta akla gelmeyen farklı bir boyutu daha var:
Bugün üniversite öğrencilerinin barınamaması sorunun çözülmemesinin hatta çözülmesine teşebbüs dahi edilmemesinin, Türkiye’de mürit toplamak için ellerini ovuşturan gerici grupların (tarikat ve cemaatler) ekmeğine yağ süreceğini, onların çeşitli dernek adları altında kurdukları ve kendi ideolojilerini dayattıkları yurtlarını, öğrenciler için tek seçenek haline getireceğini görmek zor değil. Nitekim, siyasi iktidar da bundan herhangi bir endişe de duymuyor. Bilakis, bu yurtların varlığına izin vermeye devam ederek, her gün yeri birinin açılmasına müsaade ederek, ve barınma sorunu gibi birçok sorunu kangrenleştirerek aslında buradaki safını açıkça belli ediyor.
Olaya Bütüncül Yaklaşmanın Önemi:
Bugün gelinen noktada meseleye parçalı değil bütüncül yaklaşmamız gerekiyor.
12 Eylül ürünü olan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)’ün verdiği akıl ve mantıkla uyuşmayan kararların, tepeden inme ve politik saiklerle yapılan rektör atamalarının var olduğu, üniversite özerkliği söyleminin sadece bir “söylem” olarak kaldığı, akademik değerlerin alaşağı edildiği, aşağılandığı, bilimin faziletine değil cehaletin ferasetine güvenilen bir ortamda, Türk gençliği bu ve benzeri olayları yaşamaya devam edecektir. Medreseleşen üniversitelerin mollalaşan akademisyenlerin var olduğu eğitim kurumlarında, hangi akılcı düşünce, hangi bilimsel ürün, hangi modern değer hayatta kalabilir? “Akademisyen” kimliğini yakasına iliştirmekle statü kazandığını zanneden, tabelasına “üniversite” yazmakla, üniversite kültürü yarattığını sanan bir zihniyet, bu değerlerin yaşamasına müsaade edebilir mi? Hayır.
Yani işin özünde barınamama sorunu, artık bir sistem haline gelitilmiş sistemsizliğin yarattığı sorunlardan sadece bir tanesidir. Bunu ifade etmek bu sorunun küçünmesi ya da yok sayılması anlamı taşımamaktadır. Bu sorunun ciddiyetinin başka ne türlü sorunlar yaratacağına dikkat çekmeliyiz. Ancak bu soruna dikkat çekerken, sorunu sadece bir yurt ve ev bulamama sorunu olarak algılayamayız. Aslında mevcut sorun, bu tip sorunları içinde barındıran, bu tip sorunların oluşmasına zemin hazırlayan bir siyasal anlayış ve yaklaşım sorunudur. Kamu kaynaklarını kamunun yararına harcamaktansa bu kaynakları kendi şatafatları için verilmiş birer “bütçe” olarak kabul eden, kendi yandaşlarına, kendilerinin kurdurmuş olduğu ve gerçekte ne iş yaptığı belli olmayan vakıf, dernek vb. kuruluşlara aktaran siyasi iktidarın bu sorunda olduğu gibi diğer sorunlara dair anlayış ve yaklaşımının yarattığı sonuçlar, Türkiye’yi ve Türkiye’nin gençlerini bu noktaya getirmiştir. Eğer bizler bu siyasal anlayış ve yaklaşım sorununa sesimizi yükseltemeden, meseleleri tek bir olay seviyesine indirgeme yolunu tercih edersek, bu ve bunun benzeri yapısal sorunları çözmeye dair adım atmaktan kaçınmış olacağız.
Zira, akademik değerlerin barındırılmadığı, aydınlanmanın, bilimin, modernitenin kapı dışarı edildiği bir ülkede, öğrencilerin barındırılmaması anormal karşılanamaz. Ve bu anormal durumu yaratanların ise bu ülkenin gençlerine verebilecekleri şeyler, sadece ve sadece yokluktan, yoksulluktan ibarettir!
27.09.2021
Ali ERGENDEDEOĞLU
Y.N.: Dönemin Sabahattin Zaim Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Bülent Arı, 21 Mart 2016 tarihinde katıldığı bir televizyon programında “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halkın ferasetine güveniyorum” demiş, Arı bu sözlerinden yaklaşık 9 ay sonra ise YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atanmıştı.
Kaynakça:
1) “EBA çöktü, Milli Eğitim Bakanı “Bu olumlu bir haber” dedi” – Sözcü – 22.09.2020 – https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/son-dakika-eba-coktu-cok-kalabalik-uyarisi-6048943/
2) İnci, O. (2021). Medreseleşen Üniversiteler Mollalaşan Akademisyenler. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
3) “O Profesör’e Flaş Görev” – Yeniçağ – 15.12.2016 – https://www.yenicaggazetesi.com.tr/-152829h.htm
Yorum Ekle