Bilindiği üzere, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimlerinin başlangıç süreci; ileri ile geriyi, aydınlık ile karanlığı, onur ile onursuzluğu birbirinden ayıran bıçak sırtı kadar ince ve keskin kırılma noktaları ile dolu.
Nutuk’ta değerlendirildiği gibi 19 Mayıs 1919‘dan bir süreci başlatacak olursak eğer, o tarihten itibaren tam 19 yıl boyunca ilericilik ile gericiliğin amansız savaşı ile karşılaşırız. Başlangıç devrimlerinde ölüm kalım mücadelesi verilirken Atatürk’ün yokluğuna yaklaşıldığı dönemlere doğru halkın da aydınlığı ve ulusal bağımsızlığı sahiplenmesi ile birlikte daha büyük adımlar daha hızlı ve güçlü bir şekilde atılmaya başlandı.
Şüphesiz ki sağlam temeller üzerine oturtulmayan halk temelli hiçbir devrim, kılcal damarlara kadar işleyecek kalıcı sosyal ihtilallere yol açamaz. Böyle bir durumda girişilecek her hamle ölü doğumlara neden olur. Örneğin; Milli Mücadele, milli bir meclis ile yürütülmeseydi kısa bir süre sonra kadınların seçme ve seçilme hakkını elde edebilmesi mümkün olmazdı. Ya da cumhuriyetimizin onurlu bir tapusu olan Lozan olmasaydı ne Montrö sözleşmesi ne Balkan ve Sadabat ittifakları mümkün olabilirdi.
Üzerine düşünelim:
Ya saltanat ve hilafet kalkmasaydı?
Bu sorunun cevabını bahsettiğimiz çerçeve içerisinde nasıl verebiliriz?
Ispartalı bir çoban ya da Malatyalı kürt kökenli bir yurttaş cumhurbaşkanı olabilir miydi mesela?
En başta; Allah’ın verdiği varsayılan emirleri yeryüzünde uygulamakla görevli ve yükümlü olduğunu iddia eden bir kişiden ve sistemden değil, “cumhur”a ait ve onun denetimi altında olan bir cumhurbaşkanlığı ve cumhuriyetten bahsediyoruz.
Sadece saltanat ve hilafet sorusu, bizi, bütün bir Cumhuriyet tarihini en baştan ve tersten yazdıracak kötü varsayımlara götürmeye yetiyor.
Biz sorularımızı da sorumluluğumuzu da bilincimizi de en başa taşıyarak devlet eliyle onurlu olarak attığımız her adımı borçlu olduğumuz dönemin kazanımlarına, 3 Mart 1924’e sahip çıkıyoruz.
O günlere baktığımızda 4-5 yıl boyunca süren işgal dolu günler, halkın ulusal bağımsızlık noktasında kendi davasına ikna edilmesi ile birlikte ortadan kalkmış durumda. 600 yıllık saltanat ise son üç yılını İngilizlerin işgali altında, onların himayesi ve koruması altında geçirmiş, ardından da onların yenilmesi üzerine bir İngiliz zırhlısı ile ülkeyi terk etmiş durumdadır. Halk kendi ülkesini kendi kurtarmış, ardından da yönetimi ele almış ve Cumhuriyet’i kurmuştur. İstilacı devletlerle yapılan diplomatik güreşten de galip çıkmış, Lozan destanını yazmıştır.
Artık sıra, Cumhuriyet’in birinci yılı dolmadan hakimiyeti ve saltanatı zorla eline alan Türk milletinin durmadan çalışması ve kendi egemenliği üzerinde kimseyi görmemesindedir.
Gururla andığımız tüm devrimlerin gelip çattığı temel, güç aldığı kaynak oldu 3 Mart 1924 devrim yasaları.
Saltanatın yok olmasıyla sembolik anlamından da uzaklaşarak basitleşen ve kimi Kurtuluş Savaşı paşalarınca dahi egemenliği saptırma aracı olarak kullanılmaya çalışılan hilafet makamı, Türk milleti egemenliğinin kayıtsız ve şartsızlığı ilkesince kaldırılmıştır.
Bu öyle bir adımdır ki laiklik adına atılan tüm adımların temelini ve dayandığı güç noktasını oluşturmuştur. Artık halk, kendisinden kaynaklı olmayan ve denetleyemeyeceği hiçbir yetki sahibi kişiyi tanımayacak, din adı altında girişilen çoban-koyun ilişkisine müsaade etmeyecektir.
3 Mart aynı zamanda Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe gireceği gün olacak, tüm eğitim cumhuriyeti kuran büyük idealin ışığı ile yoluna devam edecektir. Hiçbir hukuki denetime tabi tutulamayan misyoner okulları, doğa bilimlerinden ve bilimsel yöntem ile verilen eğitimden bi’haber olan tarikat okulları da son bulacaktır.
Öyle ki dünyadaki nitelik sahibi tüm eğitim bilimciler tarafından takdirle karşılanan Köy Enstitüleri, bu yasanın açtığı yol ve verdiği öz güven ile hayat bulabilmiştir.
3 Mart devrim yasaları niteliği itibarıyla cumhuriyetin ilanı ve Lozan’ın imzalanması kadar derin bir öneme sahiptir.
Çünkü cumhuriyet düşmanı pek çok kesim halkın varlığını, aklını ve onurunu sömürebilmek için dine dayalı bir emirlik(hilafet) sistemini istemiş, bunu başarabilmek içinse Türk milli eğitimini niteliğinden kopararak baltalamak zorunda olduğunu düşünmüştür.
Günümüzde karşı devrimciliğin her yönüyle saldırı noktası, adeta kalede açmak istedikleri delik noktası ise bu devrim yasaları olmuştur.
Bugün bizzat değiştirilmek istenen de 3 Mart’ta elde ettiklerimizdir.
3 Mart; aklımızı, onurumuzu, omzumuzu koyup direneceğimiz esas siperdir.
Monarşik örgütlenmenin de dağınık, bozuk ve gerici eğitimin de panzehiri 3 Mart’tır.
Bilincimiz ile sonuna kadar savunacağız.
Devrim kanunlarının yıl dönümü kutlu olsun.
Çağatay UNCU
3 Mart 2017
Yorum Ekle