Üçüncü Yol 1919

DENİZ HARP TARİHİNDE “NÜKLEER” ETKİ…

Çağlar boyunca ulusların birbiri ile olan aktif mücadelesi ile teknolojik ve bilimsel gelişmelerin her zaman doğru orantılı olarak ilerlediğini görürüz. Rekabet ve mücadele arttıkça, ülkeler kendilerini savaşta baskın kılacak yeni yöntemleri geliştirmiş, aksayan strateji ve araçları modernize etmiştir. İnsanlık tarihi, baştan sona bir mücadele ve güç paylaşımı sahnesi, en temelinde ise gelişmeyi mümkün kılacak olan doğanın imkanlarını kendisine (insana) faydalı kılma tarihidir. 

İnsanlık olarak bilimsel tarihimiz bu mücadele sahnesinin tam bir alt kümesi olmasa da, ondan en çok etkilenen bir saha olarak yaşamımızda yer alıyor. Harp sahasında ülkelerin duyduğu her türlü ihtiyaç ve zorunluluk, bilimsel gelişmeleri gerekli ve kaçınılmaz kılmıştır.

Bu iç içe geçmişliğin ve karşılıklı güçlü etkileşiminin doruk noktasıyla ise 20. yy.’da karşılaşıyoruz. İki dünya savaşı ve savaş endüstrisi üretiminin artarak devam ettiği 45 yıllık soğuk savaş boyunca bilim dünyası, yüz yılları etkileyecek önemli gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmelerin belki de en önemlisi, günümüz siyasi güç dengelerini tamamen etkileyen atom çağının açılmasıydı. Alman bilim adamı Otto Hahn’ın atom çekirdeğini bölmesi ile başlayan süreç, A. Einstein ve E. Fermi’nin çalışmaları ile reaktör tasarım, ardından atom bombası yaratma girişimleri ile devam etmiştir. Radyoaktif elementlerin atom boyutunda parçalanması ve bu parçalanma sonucunda olağanüstü bir enerjinin açığa çıkması, dolaylı olarak hem savaşın kaderini hem de yüz yılın kaderini değiştirdi. Atom bombasının Japonya’da kullanımı ile 6 yılda 60 milyon insanın canına mal olan 2. Dünya Savaşı sona erdi. 

Savaştan geriye tarifsiz bir yıkım ve saniyeler içerisinde yüz binlerce insanın ölümüne yol açabilecek bir teknoloji kaldı. Artık güç dengelerinin teknolojik sınırı atom teknolojisine sahip olmak ile doğrudan ilgiliydi. Öyle ki, atom bombasını ilk olarak ABD kullanmasına rağmen, Ruslar hem kendi çabaları hem de Manhattan Projesi’nden elde ettikleri casusluk verileri ile dünyanın ilk nükleer reaktörünü kendi ülkelerinde kurmayı başardılar. Görüldüğü üzere bu yarış sadece nükleer savaş başlıkları çerçevesinde değil, aynı zamanda tüm savaş enstrümanlarını daha işlevsel kılacak nükleer teknoloji ile enerji üretimini de devreye soktu. 


***

Savaş endüstrisinde bu konudaki ilk atılım denizaltı teknolojisinde karşımıza çıkıyor. Savaşın hemen ardından 1947 yılında, ABD Westinghouse Corporation adlı şirketine denizaltına uygun, onun enerji ihtiyacını karşılayacak nükleer  reaktör üretme görevini verir. 1951 yılında ABD Kongresi’nin onayını alan bu proje 1955 yılında sonlanır. Ve nükleer reaktörle çalışan ilk denizaltı olan Nautilius* deniz denemelerine başlar. Bu durum deniz savaş teknolojisine bambaşka bir hızlılık katar.

Bilindiği üzere, dizel motorları ile çalışan denizaltılar güç üretimindeki yanma işlemi için oksijen ihtiyacını karşılamak üzere sık sık su yüzüne çıkma gereksinimi duyuyordu. Ayrıca su üzerinde giden denizaltına dizel motorun sağladığı hız ile daldığı anda aküler tarafından beslenen elektrik motorlarının sağladığı hız arasında ciddi farklar vardı. Su altında aynı hızı yakalamaya çalışan denizaltı depolanmış elektrik enerjisini çok çabuk tüketiyor ve yeniden su yüzüne çıkmak zorunda kalıyordu. Sırf bu gerekçe sebebiyle, 2. Dünya Savaşı’nda Britanya adasını abluka altına alan Alman U-Boot’ları deniz yüzeyindeki yakıt ikmali sırasında Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin saldırıları karşısında pek çok zayiat vermişti. Yeni geliştirilen nükleer yakıtlı denizaltılar ise, 4 kg’lık uranyum yakıtı ile yüz bin kilometre yol alma kapasitesine sahipti. Yani 4 kg’lık bir yakıtla dünyanın çevresinde iki buçuk tur atılabilirdi! Bu imkan çerçevesinde denizaltılar aylar boyunca sürecek seyir görevlerinde yalnızca mürettebatın besin ve moral ihtiyacı nedeniyle su yüzüne çıkmak zorunda kalıyordu. Aktif bir savaş sürecinde çok uzun bir süre su yüzüne çıkmak zorunda kalmayacak olan nükleer denizaltıların güvenli seyir ile dizel tabanlı denizaltılara karşı ne denli avantajlı bir konum elde ettiği rahatlıkla görülebilir.

Bu saatten sonra denizlerde hakim olmak isteyen hiçbir güç bu gelişmeyi göz ardı edememiştir. ABD’nin denizcilik tarihine damga vuran bu atılımından hemen sonra SSCB’de Amerika’nın PWR(Pressurized Water Reactors-Basınçlı Su Reaktörleri) teknolojisine karşı kurşun-bizmut soğutmalı reaktörü geliştirdi. Uzaya dahi taşınacak rekabetin en önemli adımlarından biriydi bu.

SSCB’nin ilk iki nesil nükleer denizaltı çalışmalarında arzu ettiği verime ulaştığını söyleyemeyiz. Soğuk savaş döneminin oldukça hızlı gelişen rekabet süreci, belki de Rusya’nın kimi güvenlik kriterlerini teknoloji gelişiminin başında göz ardı ettiğini bize gösteriyor. Beş denizaltıda değişik tarihlerde meydan gelen reaktör kazaları ve kısmi radyasyon sızıntıları bunun bariz işaretlerini taşıyor. Ancak, 70’li yılların sonundan itibaren PWR teknolojisini gündeme alarak başlanan üçüncü nesil denizaltı teknolojisinin Rusya’yı daha az sıkıntılı duruma soktuğunu kabul edebiliriz. Sadece denizaltı teknolojilerinde devrim yaratan bu gelişmenin ardında kalmak bile 20. yy. güç dengelerini tamamen olumsuz etkileyecek sonuçlar doğurur demekti SSCB’ye.

1990’lı yıllara gelindiğinde ise, söz konusu teknoloji ayrı bir boyut kazanmış, nükleer silahlar 4. nesil denizaltılar eliyle su altından ateşlenebilir bir güce erişmişti. SSCB’nin dağılmasının ardından ciddi ve sarsıcı bir ekonomik darboğazda kalan Rusya, bu şartlara rağmen dönemin en büyük denizaltı olma rekorunu elinde tutan Taypoon sınıfı denizaltıyı 195 MW gücündeki PWR reaktörü ile destekleyerek donanmasına güç kattı. Rusya, yıkılan rejimin olumsuz etkilerinin donanmaya yansımasını bir nebze de olsa bu atılım ile durdurmuş oldu. 

1989 yılındaki K-278 Komsomolets ve 2000 yılındaki Kursk facialarından Rus yönetiminin gerekli çıkarımlar yaptığını kalan dönemdeki “güvenlik kriteri” çalışmalarından anlıyoruz. Her iki facia da gerekli güvenlik tedbirlerinin alınmamasından kaynaklı yangın ve yakıt sızıntısından sebep patlama ile meydana geldi. Radyoaktif sızıntı tehlikesi taşıyan bu yüzer çelik kutular sebebiyle özellikle son 20 yılda, dünyanın önde gelen deniz kuvvetlerinin ciddi bir güvenlik perspektifi geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Kuşkusuz ki, denizin altından düşmana karşı gösterilen caydırıcılık ve tehdit büyüdükçe, siyasal güce de doğrudan etki eden bu faktörün korunumu ve geliştirilmesi için harcanan kaynaklar da büyüyor. Sahip olunan gücü korumak ve geliştirmek, günümüz dünyasının acımasızlığında, yalnızca akıl ve bilimi baz alarak politika üreten bağımsız ulusların tekelinde.  1945’teki zaferle dünya siyasetinin başat aktörü olan beş ülke, bugün BM Güvenlik Konseyi’nin veto hakkına sahip olan daimi üye beş ülkesi.  Denizin altından ve üstünden hareket eden yüzer nükleer reaktörlere ve onlarla taşınan nükleer başlıklı silahlara sahip olanlar da aynı beş ülke. Günümüzde dünya çobanlığına soyunanların esas güçlerinden biri nükleer reaktörlü denizaltılar…

Bugün öne çıkan gelişmeler ise söz konusu teknolojiye yatırımın artarak devam edeceği yönünde. SSCB döneminde denizaltıları ile su altında maksimum hız ve maksimum derinlik rekorunu elinde bulunduran Rusya, 2023-2024 yıllarında yapımına başlamayı hedeflediği 5. nesil denizaltı teknolojisine hazırlanıyor. Kruz füzelerini taşıyacak olan rampaların yerleştirilmesi planlanan Husky isimli bu denizaltı projesi, son yüz yıla damgasını vuran denizlerdeki savaş endüstrisine bu yüz yılda da hız katacak gibi görünüyor. Dünya, geri dönüşü olmayan bir yıkım yaratacak olan savaşı göze alarak, elde ettiği teknolojik birikimden bir adım dahi geri atmıyor.

Dünya’da Nükleer Güç Santralleri’nin yapımında 20. yy.’ın son çeyreğine göre bir azalma görsek de ülkelerin savunma sanayisinde aynı azalmanın olmadığı, bilakis yeniliklerin ve üretimin arttığını görüyoruz.

Ülkemiz bu karmaşa ve tehditlerin içerisinde kuruluşunun yüzüncü yılına yaklaşıyor. Savunma sanayimizdeki kısmi ilerleme, Deniz Kuvvetlerimizin teknik ilerleyişinin yanında yavaş ve güçsüz kalıyor. Bir yarımada devleti olduğumuz bilincinden kopuk olan politikalarımız, etkin caydırıcılık potansiyelimize ket vuruyor.  Personel kaynağı ve teknik alt yapısı ile çağdaşlarının önünde olma potansiyeline sahip Deniz Kuvvetlerimiz, kurucu felsefemizden sıyrılmış çürük politikalar yumağı altında hedeflerinin gerisinde kalıyor. 

Halbuki cumhuriyetin kuruluşunda temel dayanaklardan biriydi “denizciliği Türk’ün büyük ulusal ülküsü” olarak düşünmek. Akıl ve bilimden saptıkça, ifade ettiğimiz dünya gerçeklerine gözümüzü kapattıkça coğrafyamızda her geçen gün daha ağır bir tehdit altında kalacağımız bir gerçek.

Şüphesiz ki, teknolojik atılımımızın ve dolayısı ile kurtuluşumuzun kaynağı da “kuruluş”tadır.

ÇAĞATAY UNCU

—– —– —–


* Nautilus, “bilim kurgunun babası” olarak bilinen Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah adlı kitabında Kaptan Nemo’nun kullandığı denizaltının ismiydi. O, her büyük atılımın bir hayal ile başlayacağını kanıtlar nitelikte 19. yy.’da yayınlamıştı bu eserini. Ve dünyanın ilk nükleer yakıt kaynaklı denizaltısına onun yarattığı kurgusal “Naitulus” ismi verilmişti.

—– —– —–

KAYNAKÇA:
www.nukte.org
www.world-nuclear.org
– https.sputniknews.com

Çağatay Uncu

Çagatay Uncu. 1992, Kütahya dogumlu. Ilk ve orta ögrenimini Izmir'de tamamladi. 4 yil boyunca Çukurova Üniversitesi Makine Mühendisligi bölümünde lisans ögrenimi aldi. Mezuniyetine 1 yil kala okulunu dondurarak, 2015 yilinda, Rusya Ulusal Nükleer Arastirmalar Üniversitesi Moskova Fizik Mühendisligi Enstitüsü'nde lisans ögrenimine basladi. Su an bu ögrenimine devam etmektedir.
Adana'da yasadigi dönem boyunca 3 yil süresince ÇÜ Atatürkçü Düsünce Kulübü üyeligi ve yöneticiligi yapti.
2013 yilinda kendisi gibi ögrenci olan arkadaslariyla birlikte "Vardiya Bizde Adana"nin kurulmasina öncülük etti. Haftalarca süren Sessiz Çiglik eylemlerinde hukuk mücadelesine katildi.
Ilgi alanlari; bilim felsefesi ve tarihi, popüler bilim, tarih, spor

Yorum Ekle

Bir Cevap Yazın

Follow us

Don't be shy, get in touch. We love meeting interesting people and making new friends.

Most popular

Most discussed