Hepimizin bildiği üzere ülkemizde ilk koronavirüs vakası 11 Mart’ta görüldü ve üzerinden 20 günü aşkın süre geçti. İlk vakadan itibaren bilim insanları sıkı tedbirlerin uygulanmasının gerekliliğini ifade ederken, aksiyon almakta oldukça geç kaldık.
Önce futbol maçlarının ertelenmesinde yaşanan belirsizlik, ardından şu aşamada alınan tedbirlerde gecikilmesi ve halen ısrarla ilan edilmeyen karantina ve yasak süreci...
Sonuç olarak, bugün geldiğimiz noktada 1 vaka, 20 bin sayısına ulaşmış ve her geçen gün yaklaşık 2 bin vaka artışı görmekteyiz. Üstelik artan vaka dışında her geçen gün yoğun bakım ve solunum cihazına bağlı hasta sayısı da ne yazık ki artıyor.
Böylesine büyük bir salgın krizinde ısrarla sokağa çıkma yasağı, genel ya da bölgesel karantina ilan edilmeyip, geçiştirici tedbirlerle süreç ilerletilmek isteniyor.
Dün itibariyle 30 büyükşehir ve Zonguldak için giriş çıkış yasağı getirildi. Sadece 3 gün önce bir grup vatandaş İstanbul’daki vaka sayısının oldukça yüksek olmasından ötürü kuzugöbeği mantarı toplamayı bahane ederek Antalya’ya girmeye çalışmıştı. Bu gerçeği bizzat Antalya Valisi kamuoyuna duyurmuştu.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, il bazında vaka açıklanmama sebebi olarak “salgının az olduğu bölgelere oluşabilecek göç yoğunluğunu engellemek” olarak ifade edip, İtalya örneğini göstermişti.
Peki 4 gün önce il bazında vaka sayısını açıklandığında böylesine bir önlemi almak için neden 2 gün beklenildi?
Yine dün açıklanan önlemler kapsamında kalabalık yerlerde maske takmak zorunlu hale getirildi. Günlerdir sağlık çalışanları maske ve ekipman yetersizliğinden ötürü isyan ederken, ePTT üzerinden ücretsiz dağıtılacak maskeler halk için yeterli midir?
Yeterli değilse neden önceliğimiz ulusumuz değil de İtalya ve İspanya başta olmak üzere başka devletler olmuştur?
***
65 yaş ve üzeri vatandaşlarımıza uygulanan yasak, sonrasında 60 yaş alt sınırına genişletildi.
Şimdi ise 20 yaş ve altı bireyler için yasak getirildi. Çocukların zaten dışarı çıkamadığı ve önemli bir kısmının EBA TV üzerinden öğrenimine devam ettiği bir krizde, genç erişkin bireylerin dışarıya çıkma gerekçeleri olan kafe, spor salonu gibi çeşitli yerler de kapatılmışken yasağın tüm yaş grubunu kapsamaması yine geçiştirici bir önlemdir. Tıpkı her yeni genelgede semtlere ait pazar yerlerindeki tezgâh aralıklarının arttırılması gibi.
Örnek vermek gerekirse, 5 kişilik bir ailede çalışan bir kişinin 20-60 yaş grubunda olup çalışma zorunluluğunun bulunması aynı evi paylaşan aile üyeleri için bir tehdit değil midir? Bu durum diğer 4 kişiye konulan yasağın mantığına aykırı değil midir?
Mevsimlik işçiler, şantiyelerde ekmek parası için toz ve kirle mücadele eden emekçiler, salgına karşın neden hala çalışmak zorunda bırakılıyor?
İnsanlar neden iktidar tarafından açlık ve virüs arasında ölümcül bir seçime zorlanıyor?
Üretimin sekteye uğramadan “aynen devam etmesi” gerektiğini ifade eden iktidar, üretici konumunda bulunan emekçilerin açlık ile virüs arasındaki tehlikeli seçimde, açlığı seçmeyi dayattığının farkında mı?
18 yıldır Türkiye’nin ekonomisini bütünüyle dışa bağımlı hale getirip, “üretimin” önemini yeni fark edenler, emekçiyi şimdilerde sokağa çıkarmaya mecbur bırakıyor.
***
Anayasamızın 2. maddesinde de belirtildiği gibi, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Bu maddedeki her kavramı tek tek yok sayan bir zihniyetin, her geçen gün “sosyal devlet” ilkesini de çiğnemesi hiç şaşırtıcı değildir.
Üstelik bu zihniyetin zehirli kalemleri, daha dün Fetullah Gülen denen terörist başına “Hocaefendi” derken, bugün utanmadan, sıkılmadan halk sağlığı için sokağa çıkma yasağını ya da karantinayı isteyenleri terör eylemi için zemin hazırlamakla suçlamaktadır.
Dayanışmaya, bilime ve akla ihtiyaç duyduğumuz böylesi bir krizde dahi kutuplaşmanın ısrarla devam ettirilmesi yine yukarıda belirtilen zehirli kalemler ve çevrelerce besleniyor, karşılık buluyor. Bununla birlikte yasaların kendisine göre yorumlanmasını isteyen siyasi iktidar, “milli dayanışma” adını verdiği bağış kampanyasında bile toplumu bölmeyi ve kutuplaştırmayı başardı.
Geldiğimiz durumda, belediyelerin dağıttığı gıda kolilerinde bulunan ürünlerin muhasebesini tutanlar, nedense 18 yıldır yok pahasına özelleştirilen kurum ve kuruluşlarımıza kulak tıkıyor.
Dün Bank Asya’dan kredi çekerek yalı alanlar, bugün çalışmak zorunda olan, yoksullukla mücadele eden insanlarımıza -hiçbir ekonomik güvencenin verilmediği bir ortamda- pişkince “Hayat Eve Sığar” diyebiliyor.
Milli bağış kampanyası düzenlenerek ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesi ifade edildi. Ancak “sosyal” bir devletin, görevi ve sorumluluğu gereği halkına gitmeden bunu yapması gerekmez mi? Neden böyle bir kampanyaya ihtiyaç duyuluyor? Devletin kasası boş mu?
Bu soruları yönelttiğimiz zaman gelen dönütlerin “IMF’den borç mu alalım?” gibi sığ ekonomik yaklaşımlarla geçiştirilmesi, sorularımızdaki haklılığımızı bir kez daha gösteriyor.
Çeşitli kurum ve kuruluşlardan kampanyaya katılım için, çalışanların maaşlarından sözde “gönüllü” kesintiler yapılması da sanıyoruz ki kampanyanın trajikomik tarafı…
Peki bu gönüllü (!) kesintiye katılmak istemeyen çalışanların isimleri herhangi bir yere kaydediliyor mu? Amirler, çalışanlardan neden dekontları istiyor?..
***
Dün itibariyle toplanan tutarın 1 milyarı lirayı, katılım sayısının da 300 bini geçtiği aktarıldı. 5 kamu kurumunun 250 milyon lirayı bulan tutarda katkı sağladığı bir kampanyada, kamudan en çok ihale alan ve vergi borçları tek kalemle silinen kuruluşların katkısının ise, 10 milyon lirayı geçmiyor oluşu da nasıl bir noktada olduğumuzu açıkça gösteriyor.
Daha açık ifade etmek gerekirse siyasi iktidar bugünkü bağış kampanyasını, 100 yıl önce Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya Savaşı öncesinde ordunun ihtiyaçları için çıkardığı Tekalif-i Milliye Emirleri’yle bir tutarak, her sıkıştıkları durumda yaptıkları gibi Atatürk üzerinden can suyu bulmaya çalışıyor. O dönem hiçbir maddi varlığı olmayan ordumuzun ihtiyaçları için çıkarılan emirlerle, bu dönemdeki kampanyanın bir tutulması, geldiğimiz noktada kasamızın boş olmasını ve ekonomi başta olmak üzere ülkemizin yönetilemediğini itiraf eder niteliktedir.
Bu çelişkili adımlar ve ifadelerin sonucunda şuna bir kez daha emin olabiliriz ki salgın süreci bittiğinde, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; “ayarı bozulan kantar”, gün gelecek bozanı tartacaktır.
AHMET DENİZ DÜNDAR
04.04.2020
Yorum Ekle