Antik uygarlıklardan günümüze kadar yüzyıllar boyunca düşüncenin ve eylemin öznesini tek bir varlık oluşturur; insan. Bunca süreç içinde filozofların ve düşünürlerin ürettikleri dünya görüşleri ve modeller aynı öznenin etrafında yani insanın çevresinde şekillenmiştir. İnsan-insan, insan-toplum, insan-Tanrı, insan-siyasal iktidar ilişkileri vb. gibi tüm başlıklar, her birisi ayrı ayrı bir sosyal bilimin konusu olacak şekilde var olanı ve olması gerekeni incelemişlerdir.
Şüphesiz günümüz dünyasını siyasal ve sosyal anlamda, yukarıda saydığımız başlıklar ışığında etkileyen insanlığın en devinimli yüzyılları 19. ve 20. yüzyıllardır. Bu yüzyıllar imparatorluk çağının sona erdiği, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi ile başlayan modern dünya döneminin, ulus devlet ve toplum yapılarının tüm dünya uluslarında karşılık bulmaya başladığı bir dönem olarak karşımıza çıkar.
Bu iki yüzyıla sadece tarihi açıdan baktığımızda bile gerçekten de savaşların, devletlerin yıkılması ve kurulmasının, ekonomik dünya krizlerinin, ulus toplumu ve devleti inşa süreçlerinin yaşandığına tanıklık edebiliyoruz. Bu sancılı süreçler her ne kadar “Varlık özden önce gelir” diyen Sartre’nin varoluşçuluğuna yani egzistansiyalizmine -ki bu da ayrı bir yazı konusudur- karşılık gelmese de başlığımıza adını verebildi. Evet, yukarıda da özetlemeye çalıştığımız modern dünya çağının var olmaya başladığı bu sancılı sürecin Osmanlı Devleti’ni ve toplum yapısını etkilememesi düşünülemezdi.
Nitekim başta Osmanlı aydınlarının eserlerine, şiirlerine, yazılarına ve tartışmalarına sirayet eden konular; devlet katında da tartışmalara yol açmış hatta uzunca bir dönem boyunca yasaklamalar ve sürgünlerle karşılaşmıştı. Batı’da Fransız İhtilali’nin de etkisiyle siyasi terminolojide hukuki olarak var olan daha doğrusu var edilen vatan/yurt kavramları, anayasa temelli meclis yönetimli devlet modelleri ve bunlarla beraber memlekete gelen Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet yani “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” gibi fikir başlıkları başta Genç Osmanlılar olmak üzere Osmanlı toplum ve devlet yapısında yeni tartışmaların fitilini ateşlemişti. Böyle bir atmosferin içinde, coğrafi konumu, kozmopolit demografik yapısı ve sosyal durumu gereği imparatorluğun yeniliklerle tanışan ilk yüzü olma özelliğine sahip kültür başkentinde, Selanik’te, 1888 yılında dünyaya geldi Osman Nevres. Namı diğer Hasan Tahsin.
Hasan Tahsin takma adını, 1914’te Buxton Kardeşleri vurmak için Romanya’ya gittiği sırada almış ve bırakmamacasına benimsemişti. Hasan Tahsin’i tanımak ve anlayabilmek için onun yaşamını bir bütün olarak incelememiz gerekmektedir, aksi takdirde duygusal olarak iniş ve çıkışları çok keskin olan bu genç vatansever hakkında yanlış yargılara varmak mümkündür. Babasının adı Recep, annesinin adı Rabia’dır. Rabia, Recep Ağa’nın ikinci karısıdır. Osman Nevres’in bu evlilikten Binnaz ve Melek adlı iki kız kardeşi olmuştur.[1]
Öğrenim çağına geldiğinde, Atatürk’ün de okuduğu Şemsi Efendi Okuluna gönderildi. Daha sonra, yine Selanik’teki Feyziye Mektebi’ne gitti.[2] Mektebin müdürü daha sonraları İttihat ve Terakki’nin Maliye Bakanlığını da yapacak olan Cavit Bey, Osman Nevres’in hayatında çok önemli bir rol oynayacaktır. Zeka ve çalışkanlığıyla Cavit Bey’in dikkatini çeken Osman Nevres, babasının ticaretle uğraşmak için İstanbul’a taşınmasıyla Feyziye Mektebini bitirene kadar Cavit Bey’in gözetiminde kaldı. 1904 yılında annesini kaybettiğinde henüz 16 yaşındaydı. İki yıl sonra da babasını kaybedince İstanbul’a gelmek durumunda kaldı. Lise eğitimini de tamamlamış olan Osman Nevres, Selanik gibi yeni düşüncelere açık, komitacılığın ve örgütlenmenin üst düzey olduğu bir şehirde memleket meselelerine duyarsız kalmayan ateşli ve hareketli bir genç haline gelmişti. 1908 Devrimi’den sonra yine Cavit Bey tarafından Fransa’ya eğitim için gönderilmiştir. Paris’te Sorbonne Üniversitesine kaydolan Osman Nevres, burada siyasi bilimler eğitimi görmeye başladı. Daha sonraları, İzmir’de çıkaracağı Hukuk-u Beşer’deki yazılarından öğreneceğimiz üzere, bu yıllarda Belçikalı sosyalist Emile Vandervelde’nin konferanslarını izlemiştir.[3]
1911 yılında İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması üzerine, gittiği bir sinemada Trablusgarp Savaşı ile ilgili filmde, izleyenlerin İtalyan askerlerini alkışlaması, Türk askeri görünce yuhalaması üzerine Osman Nevres dayanamadı ve oturduğu sandalyeyi perdeye fırlattı ve bağırarak devam etti: “Benim sizlerden ne farkım var? Sorbonne Üniversitesinde okuyorum ve sizin dilinizi konuşuyorum. Ben de Türk’üm. Türkler de en az sizin kadar uygardırlar.”[4]
Babıali baskını ve Balkan Savaşlarında Paris’te olan Osman Nevres, 1914 yılı başlarında İstanbul’a döner. Hayatının dönüm noktası olacak, ismiyle efsaneleşecek Hasan Tahsin takma adını da bu yıl alır ve ölümüne kadar sahiplenir.
SİLAHÇI TAHSİN
1883 yılında Selanik’te doğan gerçek Hasan Tahsin, namı diğer Silahçı Tahsin, Mustafa Kemal’in de Harp Okulundan arkadaşıdır. Ancak devamında askerliği bırakıp gazetecilik yapmaya başlayan Tahsin, Selanik’te “Bomba”, “Silah” gibi isimler taşıyan gazeteler çıkarmıştır. Lakabını da bu isimlerden edinmiş ve “Silahçı Tahsin” olarak anılmıştı. Çabuk sinirlenen, heyecanlı, atak, dengesiz ve tutarsız bir kişiliği olan silahçı Tahsin, Babıali baskınında önemli bir rol oynamıştı. Aynı zamanda arkadaşları olan, Ömer Naci, Yakup Cemil ve Sapancalı Hakkı gibi kişilerle İttihatçıların fedai takımını oluşturuyordu. 1914 yılında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’da o da bu fedai takımıyla beraber görev almıştı. Teşkilat tarafından gizli bir görevle Bulgaristan’a gönderilen silahçı Tahsin, izinsiz olarak yurda geri dönünce, boğularak öldürülmüştü. İşte Osman Nevres’in takma adını kimlik haline getirdiği Hasan Tahsin’in gerçek hikayesi buradan gelmektedir.
Bu takma adla gazeteci kimliğiyle Romanya’ya Buxton kardeşlere suikaste giden Osman Nevres yani yeni Hasan Tahsin, bu suikasti başarıyla gerçekleştiremedi. Üstelik yakalanıp, Bükreş’te hapishaneye konuldu. Hapishanede sık sık ziyaretine gelen Noel Edward Buxton, Hasan Tahsin ile dostluk da kurdu. Hatta Buxton, onu İngiliz istihbaratına çalıştırmak için teşvik etse de, onun zayıf tarafı olan övünmeyi seven yanını keşfedip onu bolca övse de bunda başarılı olamadı. 5 yıl hapis cezası alan Hasan Tahsin; Romanya’nın İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmesi sonucu, İttifak Devletleri’nin Romanya’ya saldırıp Bükreş’i ele geçirmesiyle 8 Aralık 1916’da hapishaneden kurtuldu. İstanbul’da kahraman gibi karşılanmayı bekleyen Osman Nevres tam aksine soğuk bir şekilde karşılandı. Hatta dönmesi hem İttihatçılarda hem de teşkilatta tedirginlik yaratmıştı. Bunun nedeni ise fedai takımının en önemli simgelerinden Yakup Cemil’in, kalıcı bir barış için İttihatçıları bir darbeyle devirmek istemesi sonucu kurşuna dizilmesiydi.
Ruhsal açıdan Yakup Cemil ile büyük benzerlik taşıyan Osman Nevres, benzer bir durumun yaşanmaması için İttihatçılar tarafından İsviçre’ye gönderildi. 1917 yılında İsviçre’ye giden Osman Nevres, Cenevre ve Lozan gibi şehirlerde İttihatçı karşıtı Türk aydınlarıyla sık sık görüşmeye başladı. Bu süreç onun düşüncelerini derinden etkilemiştir. Orada Prens Sabahattin ile temasa geçmeye çalışsa da başarılı olamamış ancak onun düşüncelerinden önemli ölçüde etkilenerek İstanbul’a dönmüştü. Nitekim İzmir’e gelince kurduğu Prens Sabahattin’in düşüncelerini çıkış noktası alan Sulh ve Selamet Cemiyeti bunun en önemli göstergesi.
İZMİR SERÜVENİ
İstanbul’a döndüğünde artık tamamen değişmiş, İttihatçıların karşısında konumlanmıştı. İttihatçıların bu durum karşısında onu İstanbul’da tutmaları beklenemezdi. Ticari olanaklar sunarak Hasan Tahsin’i İzmir’e gönderdiler. Hatta bu işi ayarlayan bir bakıma da Talat Paşa idi.[5] Mondros’un imzalanması sürecine kadar kafasındaki Sulh ve Selamet Cemiyetini hayata geçirmeye çalışmıştı. 11 Kasım 1918’de ise Hukuk-u Beşer gazetesini yayınlamaya başladı. Üstelik ilk çıkan sayıda da cemiyetin programını yayınladı. Burada İzmir’in sıkı İttihatçısı Mehmet Refet’in gazetesi Köylü gazetesinin de Hukuk-u Beşer ile ciddi bir kavgaya girdiğini söylememiz mümkündür. İzmir’in işgaline kadar devamı edecek bu süreçte, onun fikirsel karışıklığını ve tutarsızlığını ortaya seren bu yazılar, tipik bir yarı Osmanlı aydını olduğunu da göstermektedir.
Bu karışıklığı şöyle özetlemek mümkün: “Mütarekeden sonra İngilizlere güvenme görüşünü yazılarında savunması, Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin önayak olduğu Sulh ve Selamet Cemiyetini kurması, Hukuk-u Beşer’deki yazılarında İngiltere, Fransa ve Amerika’yı insanlığı, eşitliği savunan güçler olarak görmesi, sosyalist olduğunu iddia edip özel teşebbüsü ve liberalizmi savunması”[6] nasıl tutarsız bir ruh halinde olduğunu, ideolojik olarak savrulmaların temelsizliğini ve yine işgal dönemi Türk insanı ve aydınının kafa karışıklığını göstermesi açıdan oldukça önemlidir.
Hatasıyla, doğrusuyla tüm bu anlatılanlar Hasan Tahsin’in İzmir’de ilk kurşunu sıktığı gerçeğini değiştirmez. Hatta öyle ki duygularıyla hareket eden ve bu denli keskin değişen ruh hallerini içinde barındıran Hasan Tahsin’den başkası da böyle bir olaya yeltenemezdi.
15 Mayıs sabahı Punta’dan İzmir’e ayak basan Yunan askerleri, Rumlar tarafından büyük sevgi gösterileriyle karşılandılar. Her yer Yunan bayraklarıyla donatılmış, kahkahalarla, mutlulukla askerlerine sarılıyorlardı. Hasan Tahsin yanındaki birkaç arkadaşıyla beraber tüm o sevinç gösterilerinin arasında ortaya atılıp ilk kurşunu sıkmış ve tüm memlekette kopan bir çığlığın sesi olmuştu. Az önceki sevgi gösterisi ve mutluluk yerini kargaşa ile kaçışmaya bıraktı. Bu donukluğu ve şaşkınlığı üzerinden atan Yunan askerleri Hasan Tahsin’i şehit etti.
Yunan askerleri, toplu bir şekilde öldürmeye, hatta Küçükyalı tarafında tecavüzlere başladılar. Aynı günün sabahında İzmir’de işgal, vandallık, insanlık dışı olaylar yaşanırken; İstanbul’da Genelkurmay binasında ise hem bir görev değişimi hem de geleceğe düşülecek tarihi şerhin son görüşmesi gerçekleşiyordu. Görevini Cevat Çobanlı Paşa’ya devreden Fevzi Çakmak Paşa; çok önemli bir misafiri, Türk ulusunun o karanlık ve acı dolu günlerine güneş gibi doğacak olan önderini Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun yolculuğu öncesi birlikte konuk edeceklerdi.
Burada bir noktanın altını çizmek tarihsel açıdan çok önem arz ediyor. Henüz bir süre öncesine kadar yönetimimiz altında bulunan Yunanlıların İzmir’e çıkması ve işgale başlaması, o dönem için Türk halkında çok derin bir etki yaratmıştır. Hatta öyle ki 15 Mayıs’ta gerçekleşen işgal, bağımsızlık savaşına olan inancı daha da perçinlemiştir. Bağımsızlık savaşı kazanılıp, Türk askeri İzmir’e ayak bastığında Nif’te tek gözlü bir bağ evindeydi Atatürk. İsmet Paşa’ya hitaben “Biliyor musun İsmet bir rüya görmüş gibiyim. Karabasanla başlayan, 3 yıl, 3 ay, 22 gün süren mucizeyle biten bir rüya.” söylediği söz, ilk kurşunla kopan çığlığın ardından, Türk ulusuna yaşatılan zulmün ondaki derin izleriydi.
O gün sıktığı ilk kurşundan sonra hunharca şehit edilen Hasan Tahsin ve arkadaşları nezdinde, “Zito Venizelos” diye bağırtılmak istenip bunu reddeden ve 22 süngü darbesiyle şehit edilen Albay Süleyman Fethi Bey’i ve canlarını bağımsızlığımız, onurumuz için hiçe sayan tüm kahramanlarımızı saygıyla, minnetle yad ediyoruz.
Burak Ketmen
15 Mayıs 2020
DİPÇE
1.) Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 91
2.) https://www.google.com.tr/amp/s/odatv4.com/amp/hasan-tahsin-aslinda-kimdi-14051954.html
3.) Zeynel Kozanoğlu, Anıt Adam Osman Nevres
4.) Soner Yalçın, Kahrolsun Türkler, Sözcü Gazetesi
5.) İzmir Köylü Gazetesi, 17 Aralık 1918
6.) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 1. Kitap, s. 24
Yorum ekle