“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.”
İşte böyle başlar Türk ulusunun kaderi yeniden yazılmaya…
“Yeniden yazılmaya” diyoruz çünkü, 1919’dan önce, Türkler uzun yıllar boyunca kendilerine emperyalizm ve onun yerel işbirlikçileri tarafından çizilmiş karanlık bir kaderi yaşamaya terk edilmişti… “Almanya’nın da yenilmesiyle yenik sayılan Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri tarafından, önceden yapılan paylaşım anlaşmasına uygun olarak ülke işgal edilmeye başlanmıştı… 1919’a gelindiğinde emperyalizmin yerel işbirlikçisi Vahdettin soysuzlaşmış, bağımsızlıktan uzak düşünen Osmanlı bürokratları Sevr ile başlayan paylaşım savaşına teslim olmuştu… Boğazlar ve İstanbul başta olmak üzere hemen tüm sahil kesimleri emperyalistlerce işgal edilmiş, silahlara el konulmuş, ordular dağıtılmıştı. Balkan Savaşı’ndan beri aralıksız 6 yıl savaşan ve 2 milyon genç insanını yitiren Türk halkı, sıra dışı bir yoksulluk içine düşmüş, devlet düzeni çökmüştü.“(1)
Çöken devlet düzenini “kurtarmak” için Osmanlı aydınlarının arayış içinde olduklarını, “Osmanlıcılık”, “ümmetçilik”, “Batıcılık” gibi, yanılgısı ilerleyen yıllarda ortaya çıkacak kavramlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle Fransız, İngiliz ve Alman hayranlığı hat safhadadır.
Her toplum, kendisini oluşturan bireyler gibi, geçmişten gelen alışkanlıklara, geleneklere ve ortak değerlere sahiptir. Tarihsel birikime dayanan ve sosyal yapıya biçim veren ortak yaşam, toplumun özgünlüğünü belirleyen ana unsurdur. Toplumlar arası ayrımlar; yaşam biçiminden kültüre, inanç biçiminden üretim etkinliklerine dek her alanda varlığını sürdüren özelliklerdir. Her toplum, bugün yaşanan ancak geçmişle ilişkisi olan toplumsal ve ekonomik koşulların belirlediği, kendine özgü bir yönetim biçimiyle yönetilir. Bu durum temelinde nesnellik bulunduran bir zorunluluktur. Başkasına özenme ya da benzeme davranışı, başarı şansı olamayan girişimlerdir.
***
“Mustafa Kemal, “Osmanlıcılık mı İslamcılık mı, Almanlar mı İngilizler mi” diye tartışan bir kuşağın içinden sıyrılıp gelmişti. Onun çözümü ise kendi yurdunda varlığı inkâr edilen “Türk kimliği” fikriydi. Bu sebepten hiçbir devletin uydusu olmayı ve işgali kabul etmiyordu.13 yıl önce, daha 1906’da, “Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır” demişti. Aynı zamanda, artık eski düzenin araçlarıyla yürünemeyeceğini de görüyordu.
ATATÜRK’Ü ÇAĞDAŞLARINDAN AYIRAN NEYDİ?
Samsun’a çıkan Kemal Paşa’nın elinde 3 temel araç vardı: Politik hedef, strateji ve örgüt. Çok değil, 1918 sonbaharında Suriye’de, Osmanlı’nın son savaşında, 7. Ordu’nun başındaydı. Samsun’a giderken ise üzerinde 9. Ordu Müfettişliği üniforması vardı. Ateşin içinden sıyrılıp gelen bir asker olmanın imkânlarını son ana kadar kullandı. Mustafa Kemal, bir kurmaydı. Kuşkusuz askerlik, ona her ne pahasına olursa olsun ülkesini savunma azmi veriyordu. Öte yandan kurmaylık, bir savaşın kazanılabilirliğini ölçmesini sağlıyordu. Savaşla yıkılmış Avrupa’nın savaşma isteksizliğini, şımarık Yunan milliyetçiliğinin hevesleri için yapabileceklerinin sınırını görebiliyordu. Haliyle işgalin sonlandırılmasının doğru bir stratejiyle imkânlı olduğunun farkındaydı.“(2)
Atatürk’ü tarihte önemli, öncü, özgün ve önder yapan, yenilmez ve haklı kılan, asker, devrimci ve devlet kurucusu olarak, “fikr-i hazırlığı” ve “zamanlama dâhisi” olmasıdır. O, Karslının Kars’ı, Edirnelinin Edirne’yi kurtarmaya çalıştığı, işgale karşı direnen yurtsever örgütlerin yerel, bölgesel kaldığı bir ortamda, tüm milli kuvvetlere ulusal bir hedef göstermiştir. Her vatanseveri, vatanın her yerinden sorumlu kılmıştır. Trabzonlu Maraş’tan sorumludur, Diyarbakırlı Tekirdağ’dan.
DOĞUDAN BAŞLAMAK STRATEJİKTİR
19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı tarihtir. 19 Mayıs 1919’la başlayıp, 23 Nisan 1920’yle kurumlaşıp, 29 Ekim 1923’le kökleşen Kemalist Devrim’in atılımları, Atatürk’ün ülkemizi yönettiği yıllarda doruğa ulaşmıştır. Atatürk’ün 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktıktan sonra, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmesi önemlidir. 28 Mayıs tarihli Havza Genelgesi ile Anadolu’ya geçtikten sonraki ilk durum saptamasını ve yol haritasını ilan eder, Türk ulusunu uyarır. Bu genelgeden sonra yurt içinde yaklaşık yüz gösteri düzenlenmiştir. Bu tepkiler, halktaki beklentiyi ortaya koymaktadır. Havza’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal, 21–22 Haziran gecesi mülki ve askeri makamlara iletilen Amasya Tamimi ile ulusun durumunu ve gücünün büyüklüğünü, ulusal gücü örgütleyecek bir kurulun gerekliliğini ve ulusal amaçları sıralamıştır. Mustafa Kemal’in 1919’da Samsun’a çıkarak, Milli Mücadele’ye batıdan değil, doğudan başlaması, stratejik bir tercihtir.
Kavgayı Anadolu’da, Anadolu için ve Anadolu halkıyla birlikte vereceğinin, öncüleri Anadolu halkı arasında arayacağının kanıtıdır. Gazi, tehlikenin Batı’dan geldiğini görmekte, imparatorluğu tasfiye eden dış güç olan Batı emperyalizminin, asıl büyük düşman olduğunu bilmektedir.
MÜCADELENİN İDEOLOJİSİ
“Kemalist Hareket, savaş süresince, var olan karmaşık dengelerin bozulmamasına ve ayrımcılığın önlenmesine özen göstererek, ideolojisini mücadele içerisinde oluşturdu. Tam bağımsızlığı, antiemperyalist mücadelenin temeline oturtarak bu ideolojiye evrensel bir boyut kazandırdı.(3)
Atatürk, ideolojik düzlemde katıksız bir aydınlanmacı, devrimci ve tam bağımsızlıkçıdır. 19 Mayıs’tan başlayarak, her aşamada halkın desteğini araması, mücadeleye ulusun tüm katmanlarını dahil etmesi, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle milleti vatanın sahibi kılması kararlı, tutarlı, yürekli bir önderin tercihleridir. Attığı her adımda millet iradesini arkasına alması, Yunus Nadi’ye söylediği gibi “her işi Meclis’ten beklemesi”, savaşın en kritik anlarında bile “Önce Meclis” demesi, “Hâkimiyet-i Milliye” vurgusunun tüm söylev, eylem ve kurumlarına işlemesi, onun bu konudaki ödünsüzlüğünün kanıtıdır.
Bu ideolojik ve politik tutum, “idarenin baştan ayağa halka tevdi edilmesi” anlamına gelir. Dönemin koşullarında zümre ve sınıf hâkimiyetine karşı, neredeyse tamamı mazlum olan milletin iktidarını amaçlar. Kurulan Cumhuriyet’in, gelişme stratejisi olarak bütüncül kalkınma modelini benimsemesi, bu bağlamda bir sürekliliğin ve bilinçli bir tercihin göstergesidir. Kısaca Altı Ok’la tanımlanan ve simgelenen Kemalist Devrim programının bütünlüğü, ilkelerin birbirini tamamlayan yapısı, birbirinin olmazsa olmazı durumunda olmaları, Milli Mücadele stratejisinde çok önemli işlevler görmektedir. Gerek Anadolu’nun tarihsel, kültürel, toplumsal yapısı, gerek Kemalizmin ideolojik özü nedeniyle Kemalist ulusçuluk anlayışı, tarih, toprak ve kültür esaslı yurt milliyetçiliğidir. Faşist karakterli değildir. Etnik boyutu, başkalarını aşağılayan, dışlayan yönü, yayılmacı, sömürgeci, emperyalist yönelimleri yoktur.
Liberal ve sosyalist sistemlerin dışında kalarak, yeterli sermaye birikimi olmayan, nicelik ve nitelik olarak güçlü işçi sınıfı bulunmayan, yarı sömürge durumuna düşmüş bir tarım toplumunu, savaşarak ve devrim yaparak, üçüncü bir modele örnek olarak dönüştürmesi, 19 Mayıs ruhunun özgün yönlerindendir.
1919’dan itibaren tam bağımsızlık mücadelesiyle başlayan ve Cumhuriyet’in temelini oluşturan Millet Meclisi’nin açılmasıyla gelişen Kemalist Devrim, Milli Mücadele’den galip çıkarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Bu bağımsızlık savaşı ve yangınlar ortasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, mazlum ve sömürülen dünya ülkelerine de bir başkaldırının başarısını yol haritası olarak göstermiştir.
***
TÜRK DEVRİMİ VE MAZLUM MİLLETLER
“Türk Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa, gerek Milli Mücadele döneminde, gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve devamında, Asya ve Afrika ülkelerinde büyük yankı uyandırdı. Türkiye ile ortak yönleri çok fazla olan, tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel, dinî yakınlıkları bulunan, emperyalizm tarafından sömürülmüş/sömürülmekte olan Asya ve Afrika halkları, Atatürk’ü mazlum milletlerin kahramanı, çağdaş bir devlet kurucusu ve evrensel bir barışsever olarak örnek almışlardı.” (4)
19 Mayıs’ta Samsun’da başlayan Milli Mücadele ve Türk Devrimi’nin yankısı sadece Ortadoğu ve Afrika’da değil, Batı’da da yaşanıyordu. Batı dünyası ve emperyalizm büyük şaşkınlık ve nefret içindeydi. Çünkü bizim gibi ülkelerdeki sosyal ve toplumsal gelişmeler, doğal olarak, siyasal nitelik kazanacağından, Atatürk’ün önder olduğu fikirsel mücadelenin yaygınlaşması onların çıkarları için çok tehlikeliydi.
Bu nedenle, emperyalizmin mantığında “ulusal kurtuluş hareketleri, barutun icadından sonra ortaya çıkan en tehlikeli silah sayılmıştır.” ABD Başkan Yardımcılarından Hamprey, 1965 yılında, Harp Okulu’nda yaptığı konuşmasında, ulusal kurtuluş savaşlarını en cüretkâr saldırı biçimi ve güvenliklerine karşı belli başlı bir tehlike olarak görmüştür. Kuramcı Rostow “Bütün kurtuluş hareketleri komünist olmaya mahkûmdur. Bu yüzden ezilmelidir, hatta silahlı bir kurtuluş hareketine başvurulmadan önce bu yola gidilmelidir”(5) diyecek kadar tepkisini açıkça belli etmiştir.
İKİ FARKLI TARİH DAYATMASI, YAPAY İDEOLOJİLER
O nedenle Atatürk’ün yaşamını yitirmesinin ardından dayatılan yeni Osmanlı ve ılımlı İslam projeleri tesadüfi değil, bilinçli bir kuşatmanın ve saldırının ürünüdür. Üstelik Türkiye içindeki bölücü ve gericiler ise kendi menfaatleri için, yardım konusunda adeta sıraya girmişlerdir. Cumhuriyetle kurulan toplumsal dengeyi bozmuş; iyiyle kötüyü, olumluyla olumsuzu, erdemle ihaneti birbirine karıştırmışlardır. Uğur Mumcu, bu durumu, “iki farklı tarih anlayışı olduğu” teziyle açıklar ve bunu şu şekilde temellendirir:
“Bunlardan birincisi ‘resmi tarih görüşü‘dür. Bu tarih görüşü, geçmişi bugünkü iktidarların siyasal ve ideolojik yapısına göre biçimlendirmeye çalışır. Bu yolla Atatürkçülük adına ‘yapay bir ideoloji’ türetir. Üstelik bu yapay ideolojiye resmi nitelik de verilmek istenir. Bu tarih anlayışı, bu ulusal kurtuluş devrimcisini ancak törenlerde anımsanan bir ‘heykel’ haline dönüştürür.
Bu anlayışa karşı çıkan bir başka tarih görüşü de resmi tarihi yalanlamak amacıyla başka ‘yapay tarih’ yaratır. Geçmişi, yaşandığı gibi değil, bugün görülmek istendiği gibi yorumlamaya çalışır.” (6) İşte, Uğur Mumcu’nun da vurguladığı yapay tarih algısı, hainden kahraman, kahramandan hain yaratır. Bu çarpıtmanın belki de en önemli örneklerinden birisi de yine 19 Mayıs’tır. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları her 19 Mayıs kutlamalarında “Atatürk’ü Samsun’a Vahdettin gönderdi” diyerek, akıllarınca Kurtuluş Savaşı’ndan, Vahdettin’e paye vermeye, işbirlikçi bir padişahtan kahraman yaratmaya çalışmaktadırlar.
Aslında, buradaki asıl mesele, Atatürk’ü Samsun’a kimin gönderdiğinden çok, niye gönderdiğidir.
***
Gerçekleri gösteren birçok belge olmasına rağmen, halen çarpıtılmaya çalışılan bu konuda Tarihçi Sinan Meydan’ın altını çizdiği kısım önemli: “Mondros’tan sonra Samsun ve civarındaki Türk direnişi İngilizlerin dikkatini çekmişti. Ocak ayında Amerikan Tobacco Company, Londra’ya gönderdiği bir raporda, “Müslümanların, özellikle köylülerin silahlandığını” bildirmişti. 17-18 Mart 1919 gecesi Teğmen Hamdi Bey’in askerleri ile birlikte direniş için dağa çıkması İngilizler için bardağı taşıran son damla oldu ve İstanbul hükümetinden bir an önce bölgede asayişi sağlamasını istediler.” (7) Halk ve bağımsızlık için değil halka karşı verilen bir emir söz konusuydu. Bu nedenle Atatürk’e verilen 9. Ordu Müfettişliği görevi Anadolu’daki dağıtılmamış orduları dağıtmayı, direniş şuralarını kapatmayı içeriyordu. Atatürk, Anadolu’ya geçip de kendisine verilen görevin tam tersini yapıp, direnişi körükleyip ve örgütleyince Vahdettin önce onu görevden aldı, daha sonra idam fermanını imzaladı.
“19 MAYIS 1919’DA SAMSUN’A ÇIKTIM”
Atatürk, bu sözlerle başladığı Nutuk’u, Gençliğe Hitabe ile bitiriyor.
Böylece 1919’da bağımsızlık mücadelesi sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni gençlere emanet ediyor. Yani “1919 ruhuna”, gençlerin sahip çıkmasını istiyor.
Bunun nedeni, kendi döneminde kendi çağdaşları tarafından; “saltanat mı, hilafet mi” tartışmaları yapıp, “Cumhuriyet olmasın” derken; Tıbbiyeli Hikmetlerin, üniversite öğrencilerinin, subayların, Reşit Galip ve Mahmut Esat Bozkurt gibi devrimci gençlerin, mücadeleye onun gözünden bakmasıydı belki de…
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki söylev ve demeçlerine bakarsak, ileride yaşanacak tehlikenin ve gençlerin nasıl bir rota izlemesi gerektiğini de anlatıyor Atatürk.
10 Kasım 1938’de, 9’u 6 geçe başlayan Kemalist Devrim ve mücadele ruhunun tasfiyesi AKP iktidarı ile doruğa ulaştı. Özellikle son 30 yılın düşmanları, artık daha güçlü ve örgütlülerdi.
Türk Devrimi’nin sağladığı imkânlarla onu tasfiye etmek için uğraşıyorlardı. Hâlâ da uğraşıyorlar. Uğraşanların iktidara bürünmüş temsili AKP ve onun Cumhurbaşkanı; resmi törenlerde, münafık konuşmalarda, çelenklere sıkıştırılmış 19 Mayıs’ın hiçbir yerinde Mustafa Kemal’in devrimciliğini göstermiyor. Gösterecek kişi ve kurumları tasfiye ediyor, dönüştürüyor.
Karşıdevrim de biliyor ki; ulusal bellekte izi olan tarihler; milli bilinci ve kimliği pekiştirmenin yanında, nereden gelip nereye gittiğimizi, geçmişte neyi nasıl yaptığımızı ve neden yapamadığımızı tartışmak, bilanço çıkarmak açısından önemlidir.
1919 ve 1930 koşullarını günümüz koşulları ile karşılaştırdığımızda, biçimde farklılıklar olsa da özde hâlâ önemli benzerlikler var.
Üst düzey yöneticilere, partililere, bazı aydın müsvettelerine bakınca, 19 Mayıs ruhunun emaneti aradan 101 yıl geçse de hâlâ “gençlikte”, Atatürk’ün Samsun’daki ayak izlerini takip eden ve takip edecek yeni nesilde…
Türk ulusunun, Türk gençliğinin, ruhunda 1919’un ateşini barındıran ve genç hissedenlerin 19 Mayıs’ı kutlu, rehber ve yeri geldiğinde yeniden kazanmak için anahtar olsun!
Ilgaz Galip
19.05.2020
KAYNAKÇA
1) Metin Aydoğan/Yönetim Gelenekleri ve Türkler (2. Cilt)
2) Barış Terkoğlu/Bandırma Vapuru’nda kaç kişi vardı? 2019, Cumhuriyet gazetesi
3) Metin Aydoğan/Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye
4) Barış Doster/Atatürk ve Türk Devrimi’nin Asya ve Afrika’daki Etkileri
5) M. Emin Değer/Oltadaki Balık Türkiye
6) Uğur Mumcu/19 Mayıs 1985 Cumhuriyet
7) Sinan Meydan/Atatürk’ü Samsun’a Kimler Neden Gönderdi? 2017, Sözcü gazetesi
Yorum Ekle