Üçüncü Yol 1919

YAZIDAN FAZLASI, MEKTUPTAN AZI – ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR

“’Bu adam’ diye düşündüm, ‘okula gitmediği için beyni bozulmamış. Çok şeyler yapıp çok şeyler görmüş ve çekmiş, açılmış, kalbi ilkel cesaretini kaybetmeden genişlemiş. Bizim için dallı budaklı ve çözülmez olan bütün sorunları o, hemşehrisi Büyük İskender gibi bir kılıç vuruşuyla çözüveriyor. Onun açık vermesi zordur. Çünkü tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor.

Bu sırlara, karnı, kuyruğu, edep yeri ve başıyla varmıştır o. Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz.”


[ Zorba, Nikos Kazancakis ]

***

Yakınlarım, rap müzik sanatçısı Kayra’ya olan düşkünlüğümü bilir. (Sanatçısı diyorum, her rap müzik yapıp, söyleyenin sanatçı olmadığına inanan birisi olarak. Çünkü rap yazıp söyleyenler içinde bazıları yeraltı şairleridir ve 20, bilemediniz 50 yıl sonra edebiyat onları çok daha başka bir yere koyacak ve onlara hak ettikleri saygıyı sunacak; itibarı iade edecektir. Kanaatime bizler bu sebeple, filmi en iyi yerden ve öncelikle izleyenlerdeniz.) İşte bu/o Kayra’nın bir şarkı sözü aylardır kafamda kendisine yanıt arıyordu: “Bir eve hangi gün gidilmez?” Çok düşündüm, kendimce çok fazla da yanıt buldum. Bulduğumu sandım. Ama sorunun üstüne hangi cevabı giydirsem sorun büyüdü, cevap ya büyük geldi ya dar. Bir yandan salaşlığın rehaveti, diğer tarafta göğü kafesinin bedenine üç beden dar geldiği hissi. Tatmin ve teskin etmedi.

Reşit Galip’in ölüm yıl dönümüydü 5 Mart ve ben başka bir 5 Mart’ın ilk saatlerinde yanıtını buldum, bir eve hangi gün gidilmeyeceğinin: Canından -bir değil çok- parça olan ağabeyin, dostun, yoldaşın hukuksuzca tutuklandığında.

Onun, Reşit Galip’e andımız üzerinden saldırıldığında manifesto gibi yazdığı yazının başlığı, bugün kendine yapılanları anlamamız açısından ipucu veriyor bize:
“Mesele ant değil, sen hâlâ anlamadın mı?”

Vay be dedim sonra istemsiz, adam en iyi Reşit Galip yazılarından birisini yazdı, belli tartışmalarda “bizler devrimi Atatürk’e karşı bile savunacak Reşit Galipleriz! Kimseye eyvallah etmeyiz” dedi ve Reşit Galip’in öldüğü gün tutuklandı. Aklıma bu kez, Reşit Galip’in ölüm yıl dönümü için Cumhuriyet’te yayımlanan kendi yazımın başlığı geldi:
“Reşit Galip’in öldüğü yerden doğmak.”

Evet burası Üçüncü Yol, evet burada düşünsel eksenli yazılar yazılır. Ama buranın bir farkı var, toplumcu olma iddiasında olup da kendi içinde makineleşerek çelişen birçok oluşumun aksine; burada öncelik insandır, insani duygulardır. Mürekkebin içine karışan, kan kadar karışan gözyaşıdır. Zaten en “insancıl” ve insan için olma iddiasındaki ideolojiler, denklemden “insan”ı çıkardığı vakit cennet vaadiyle cehennem inşasına başlar. O yüzden bu yazı, öncelikli beklentisi mekanik eksenli olanların ilgisini çekmeyebilir. Bunları derken, bunları dememizle oluşabilecek yanlış anlaşılmaların da önüne geçerek belirtelim:

Evet, burada öncelik insandır, insani duygulardır ama aynı zamanda Ulu Önder’in “Vazifeyi ihmale sürükleyen merhamet, vatana ihanettir” anlayışı varlığımızın sabitidir. Kafalar karışmasın.

50 GÜN VE MATEMATİĞİN AÇIKLAMAKTA YETERSİZ KALDIĞI YER
5 Mart 2020’den 22 Nisan’ın ilk saatlerine… Yaklaşık 50 günlük bu zaman diliminde; yazmak istediğim, yazmam gerektiğine inandığım yazıyı yazacak gücü toplamak için, kağıt ve kalemin etrafında kaç daire çizdim, bilmiyorum. Ama dairelerin beni ne kadar savurduğunu biliyorum. Kaç sarılmanın yarım ve yamalak, içten içe yatalak kaldığını da.

50 gün olmuş yaklaşık. 2 ay bile değil. Oysa ben, şimdi, sadece 50 civarı gün geçmiş gibi değil de, bizzat kendim ektiğim, suladığım dokunmaya kıyamadığım 50 çiçeğim solmuş gibi hissediyorum içimde.

Saat 4 gibi gözaltına aldılar onu ki bekliyordu. Öyle ki kapısı çaldığında sormadı bile neden diye, sadece “bekleyin, geliyorum” dedi; “kaçma şüphesi” tutuklanma sebeplerinden olan Barış Terkoğlu. Aynı günün öğlesinde Vatan Emniyet’te Barış Pehlivan’ın “eksilmişliğini” iliklerime kadar hissettim, keşke onu değil de beni alsalar’ın vücut bulmuş halini.

Dördünde alındığı gecenin bir’inde şiire dair konuşuyorduk bu kez de. Bir Kemalist olarak sevdiğim beş şairden dördü Kemalist değilse bu benim suçum değil elbette. Ruhunuzu kalbinize odaklayıp söyleyin: İnsan, “Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben” dizesine ne kadar kayıtsız kalabilir? Ya da 5 konunun en az 3ünde ayrı düştüğümüz Ömer Lütfi Mete’nin “Uçurumun kenarındayım hızır / ulu dilber kalesinin burcunda / muhteşem belaya nazır / topuklarım boşluğun avcunda / derin yar adım çağırır / dikildim parmaklarımın ucunda / bir gamzelik rüzgar yetecek / ha itti beni, ha itecek” dizelerine?

Konu şiirse, kıstasların birçoğu değişir, çünkü şiirsel düzlemde dünya bile “başkadır başka”.

Yeri gelmemiş ve konuya dair kopukluk hissi verecekse bile belirtmekte fayda var, çünkü biraz da belirtemezsem kendimi yakacağım: Ben Barış abime olan sevgimden ötürü onu olumlamıyorum, Barış Terkoğlu’nun fikirsel konumlanışı ve aydın tavrı sebebiyle onunla bu kadar yakın ilişki kurabiliyorum. Bu sebeple beklentiye girmesin, sinek gibi ellerini ovuşturan birileri, ben ve benim gibilerden oluşan bizler, çıkar odaklı işbirliklerinin etkisiyle kişici, partici olup da doğru ve yanlışları, onu yapan kişilere göre eğip bükenlerle aynı potada erimeyiz. Eritemezsiniz.


2-3 Mart’a dönelim, o geceden 1-2 gün öncesine… Bir rüya görmüştüm. Rüyada çarpıcı olan, en az 4-5 kere uyanmama rağmen geri yattığımda rüyanın kaldığı yerden devam etmesiydi. Rüyamda da yataktayım ve tavanın ortasında örülmeye başlayan bir örümcek ağı. Ağır ağır ama kararlı bir şekilde adım adım bana doğru yol alıyor. En sonunda sonu bende bitiyor o ağın ve etrafı hapis gibi sarıyor. Sonra en tepeden bir örümcek, tamamlanan sürecin sonunda harekete geçiyor ve uyanıyorum nefes nefese. Elim telefona gidiyor, mesaj atmak atmamak ikileminde kalıyorsun, sonra telefon yerine geri konuyor. Hayır olsun diyorsun, rüyayı anlattığın kişiler de aynı şekilde.

PEKİ KİMDİR BARIŞ TERKOĞLU?
O rüyadan 1-2 gün sonra, ten uyumunu yakalayamadığın eski evinden uzakta, yine kumpas davalarda hedef olmuş dünün Türk subayı, bugünün -ego savaşlarına akçeli işlerine bulaşmamış- avukatının evinin salonunda, uyanıyorsun birden, bakıyorsun telefonuna ve yolculuk yaptığından o saatte uyanık olan gazeteci dostunun mesajı ilişiyor gözüne “Terkoğlu gözaltına alınmış”.



Zaman aynı filmlerdeki gibi yavaşladı. Telefonu yere bıraktım, tavana baktım önce 2-3 dakika ya da 200-300 saat, kestirmek zor. Yattığım salonunun özelliği, dışarıdaki ışığı dışarıdan bile daha fazla içe yansıtabilmesi. Tavana bakarken içeriye kırmızı mavi ışıklar doldu. Benimle ve konuyla alakası yoktu, Tanrısal bir kurguydu. Sonrası Çağlayan Adliyesi, sonrası Vatan Emniyet, sonra yine Çağlayan Adliyesi. Sonrasına devam etmeden açalım kallavi bir parantez ve sorup elimizden geldiğince yürekten, fakat duyguların etkisiyle yönlendirme yapmadan yanıtlayalım: Kimdir Barış Terkoğlu?

Bu toprakların çocuğudur. Egosuz, kibirsizdir. Öyle ki onu hem kitap fuarında başka bir şehre götürmeye ikna edersin, yol parasını bile zar zor ödemeye ikna eder, gider onunla öğrenci evinde kalırsın. Öğrenci evine götürürsün de kendisine ilgiden mahcup olur, eve giderken ev sahibi ile beraber yapılan alışveriş esnasındaki poşetlerin birisini unuttuğunuzu fark ettiğinizde durun der kendince bir şeyler yapma isteğiyle ve sizin bir şey demenize imkan vermeden büfeye gidip poşeti alıp gelir, alıp gelendir.

“Bu ülkenin en milliyetçileri sosyalistleridir” diyen Doğan Avcıoğlu geleneğini sahiplenir. O “Yön”e yakındır, ben Yön sonrası çıkan “Devrim”e. Hikayeyi bilmeyenler için parantez içine bir parantez açalım, Doğan Avcıoğlu öncülüğünde Yön dergisi çıkar. 68 kuşağına denk gelen zamanlar. Artık ülkede, meclis muhalefetinin de etkisizleşmesiyle muhalefetin doğal temsilcisi haline gelip eşi benzeri olmayan bir çekim merkezi yaratmış, 200’den fazla sayı çıkarmışken Doğan Avcıoğlu Yön dergisine son verir. Herkes haliyle şok olur. Neden diye sorulur ve Avcıoğlu yanıtlar: “Yön yönünü aramak için yola çıkmıştı ve yolunu buldu.” Bundan sonra daha Kemalist eksenli bir kadroyla yoluna devam eder “Devrim”. Derginin öncüleri İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu’dur. İlhan Selçuk sistem içinde tüm seçeneklerin tükenmediğini savunuyordur. Doğan Avcıoğlu ise çok daha radikal bir çözümü. Bu konuda ayrışırlar. İlhan Selçuk’un dergiden ayrılması üzerine 20’li yaşlarının sonunda olan bir yazar dahil edilir kadroya. Yaşı küçüktür ama kalemi-kelamı büyüktür. Uğur Mumcu’dur o kişi. (Bu anektod, 20-30 yıl sonra,  benzer tınılara sahip olay ve gelişimler, kişiler daha çabuk fark edilsin diye yazının bu kısmına iliştirilmiştir.)

BARIŞLARA BU HAKSIZLIĞI YAPMAYIN
Herkesin birbirini rakip görüp aşağıya çekmeye çalıştığı yerde herkese kendince can suyu vermeye çalışandır Barış Terkoğlu. Güvenendir. İnanan, cesaretlendiren, yönlendiren ve geliştirendir. Sosyalizme kapısı açık Kemalisttir. Eşit yurttaşlık çığırtkanlarından gözün gözü görmediği yerde “Eşit yurttaşlık değil, yurttaşların eşitliği” diyendir, Metastaz’ın önsözünde Pehlivan’la beraber dediği gibi:
“Cumhuriyet ayrıcalıkların reddidir. Yurttaşların eşitliğidir. Aklın yükselişidir.” Barışlar için kutlu yürüyüş, bir “borç ödeme mücadelesidir”, “kendilerini okutan, imtiyazların baskısından kurtaran, zihinlerdeki sınırları kaldıran Cumhuriyet’e”.

Tepeden tırnağa millidir Terkoğlu. Fuarda yanına kitap imzalatmak için gelen bir teyzenin soyadını sorup da “Ayyıldız” yanıtı aldığında “ne kadar güzel bir soyadı” demektir, gözlerinin içi parlaya parlaya.

İdlib’te askerlerimize hain pusu kurulduğunda sesi titreyerek imza gününü iptal edelim diyendir; tamam ağabey, ben konuşup sana döneceğim dediğimde yanıtıma rağmen yerinde duramayıp defalarca aramak, “Bizim imza yapacağımız saatte aynı şehirde cenaze törenleri olacak. İnsanlar yanımıza gelecek, kitap imzalatıp fotoğraf çektirmek isteyecekler. Hayır desek olmayacak, öyle bir durumda fotoğraf çektirmek hiç olmayacak. Sonra o fotoğrafları sosyal medyada paylaşacaklar. Şehitlerin anısına saygısızlık olacak. Şimdi hiç zamanı değil, gerekirse Vakıf Başkanı ve Genel Yayın Yönetmeni ile ben konuşurum” diyen…

Bu sebeple altını çize çize belirtmeli ki, onlara yapılacak en büyük haksızlık, onlar için hukuk mücadelesi verirken onların fikirsel mücadelesini görmezden gelmektir. Onların ulusal yanını küresel kaygılara paravan, meze etmektir.

İnsandır Terkoğlu, dosttur, candır.  Tartıştığın arkadaşını, içine sinmeyen gelişmeleri, hoşlandığın kişiyi bile anlatabilmektir, hem de yedi gün yirmi dört saat. Kökenindeki “Makine mühendisliği” sebebiyle magma tabakasına kadar inebilmektir mizahta. Muzip ve çılgındır. İyi Galatasaraylıdır. Bir konferans dönüşü uçağın Başakşehir ile yapılacak şampiyonluk maçına denk geldiği yerde uçaktayken “Acaba telefonu kapatmasak, maçı izlemeye çalışsak ne olur? Deneyelim mi? Deneyelim” sorgulamasını yapıp, telefonun çektiği yere kadar maçı izlemeye karar verip beraber maç izlemektir.

Tepeden tırnağa sevgi, tutku ve en çok da tebessümdür. Her durumda tebessüm. Bazen çıldırtacak bir sakinlik eşliğinde.

-Göz açıp kapamalarla başka başka kareler, yaşanmışlıklar geliyor gözün önüne, yazıdaki gel gitler de haliyle-

Dördünde gözaltına alındığı gecenin bir’inde şiir konuşmuştuk. Ömer Lütfi Mete’nin şiirlerinin Bora Ebeoğlu tarafından ne kadar güzel seslendirildiği üzerine konuşuyorduk. Öyledir bizdeki muhabbet, “Bunu biliyor musun”, “Peki bunu duydun-dinledin mi” girizgahı ile genişletirdik gönül-akıl heybemizi. Bu seferki yeni konu başlığı bendendi, o “dinleme” aşamasındaydı. O an yanıt vermedi, çünkü genelde olduğu gibi o saat aralığında uyuyakaldı. Böyle durumlarda sabah erkenden yanıtlardı ama bu kez tahmin edersiniz ki mesajıma yanıt alamadım.

Kapısı çaldı. Haliyle planladığından daha erken uyandı. Sözlü emirle gözaltına aldılar onu o gece. Saatlerce beklettiler, bilerek. Yazılı emir gözaltından sonra geldi, arkadan ağır ağır. (Öyle ki, gizli kalması gerektiği iddia edilen habere dair “haberin kaldırılması kararı” bile Terkoğlu gözaltına alındıktan 17 saat sonra iletildi Odatv’ye. Böylece her 5 kişiden 3 kişinin haberi bile olmayacak, gizli kalması gereken(!) haberi tüm Türkiye’ye okuttular. Ne kadar da tutarlı ve esas hedefe dair yanıtlayıcı bir tavır değil mi? Neyse…) Akşam 8 gibi getirdiler Çağlayan’a. Saatlerce savunma, nöbetçi mahkemeye sevk… Kumpas davalardan biliyoruz bu “halktan kaç(ır)ma”yı. Tepkilerin en aza ineceği evrede kıymayı adalete, masumiyete, ahlaka ve etiğe. Rende…

Kumpas dava süreçlerini yakından takip edenler bilir: Saat 3 gibi açıklanacağını duyunca kararın, kararın ne olduğunu kestirmek zor değildir.  Çağlayan’ın yapısı yabandır, tutuklananı derin dehlizlerden geçirirler, kapıda beklesen de göremezsin. Göremedik de.

Mart’ın etkisiyle değildir de “Peki şimdi süreç nasıl işleyecek” sorusuna aldığın “Barış’ı önce Metris’e, sonra Silivri’ye götürecekler” cümlesiyle buz kesmektir. Bu vesileyle yine benzer kumpasla Silivri’ye emanet ettiğin en son yakınının sürecini anımsamaktır… Dışın buz tutarken içten içe alev almaktır. Şairin “Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür” dediği yerde gülün ağladığı, gamın öldürmese de süründürdüğü yerdir. “Azığın zehir, bineğin gam” olduğu yerdir.

Yazının başında bahsedilen Kayra’nın, başka bir parçasında sorduğu “Bir fotoğrafın rüyası her akşam yarım, bir fotoğrafın rüyası saç beyazlatır”dan neyi kastetiğini fotoğraflarınıza baktığınızda daha iyi anlamanızdır, eksik eksik, kesik kesik kalarak.

“BİR EVE HANGİ GÜN GİDİLMEZ?”

Sanırım şimdi daha net yanıtlayabilirim:
Bir eve; ağabeyin, dostun, son 6 ayda en çok ve her şeyi konuştuğun, paylaştığın, şehir şehir beraber dolaşıp da gazanı da belanı da paylaştığın ağabeyin senden söküldüğünde gidilmez. Adliye önünde sabahladığında.

Yine Kayra, “Bir eve hangi gün gidilmez” parçasında “O günden bugüne ben de Afyon Garına benzesem” demişti de bir insan kendisini nasıl Afyon Garına benzetir anlamıyorum demiştim, artık anlıyorum, anladım. İnsan böyle durumlarda “yarım kalmış” hissedermiş, yarımı zaten daha önce yine kumpas davalarla kendi ellerimle toprağa gömdüğümden, yarımdan ziyade çeyrek kalmış hissediyorum.

Ama siz yine de enseyi karartmayın. Çünkü o, her durumda güçlüdür, her durumda kahkahalarla güler. Gardiyanların “bu adam niye bu kadar gülüyor” diyeceği kadar güler. Dışarıdakilerin onu motive edeceği yerde içeriden dışarıdakilere güç verir. Ve emin olun, hiçbir durumda da karakterinden, düşüncelerinden açık, ödün vermez.

Çünkü o da, aynı Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalist devrim gibi, “Tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor”; aziz vatan toprağına.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
22 NİSAN 2020

Çağdaş Bayraktar

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

  • Sevgili Çağdaş kardeşim ve yol arkadaşım, yazının her satırı alaca karanlıkta yüreğimi aydınlatı. Bir nisan ayında Temmuz sıcağı yaşattın. Üçüncü yol yolumuzdur

Follow us

Don't be shy, get in touch. We love meeting interesting people and making new friends.

Most popular

Most discussed

%d blogcu bunu beğendi: