Tam Bağımsızlık, Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bir ulusun egemenlik hakları, tam bağımsızlık kavramı ile bağlantılıdır. Eğer bu haklar, çeşitli yollarla ihlal edilmişse ve ulus kendi vatanı üzerinde her türlü hareket faaliyetinden mahrum bırakılmışsa, o ulusun bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildir. Bugün, yurdumuzun içinde bulunduğu durumda, egemenliğinin çeşitli sahalarda gaspedilmeye çalışıldığı açıkça görülmekte, çeşitli çevreler ise bu gasp hareketine yine açıkça göz yummaktadırlar. Oysa, vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığını kurtarmanın kudretini elinde tutan Türk Ulusu, geçmişte buna benzer bir senaryo ile karşı karşıya gelmişti.
16.Yüzyıl itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu, tarihindeki en geniş sınırlarına ulaşmış, bir çok Akdeniz limanı, Osmanlı’nın kontrolü altına girmişti. Ancak, Avrupalıların, özellikle 14 ila 16.Yüzyıllar arasında yoğunlaşan coğrafi keşifleri neticesinde, deniz ticareti, Akdeniz limanlarından Atlantik limanlarına kaymaya başlayınca, Osmanlı İmparatorluğu bu kayışı durdurmak adına, yabancı devletlere kapitülasyonlar (adli ve ticari imtiyazlar) tanıma yoluna girişti. Bu sayede, Atlantik Okyanusu çevresindeki limanlarda yoğunlaşmaya başlayan ticari faaliyetlerin yine Akdeniz limanlarına döneceğini ve buralarda yoğunlaşacağı düşünülüyordu. Aslında, kapitülasyon, özellikle de Deniz Ticareti gibi konulardaki kapitülasyonlar Osmanlı öncesinde Selçuklular zamanında ve Osmanlı’nın yükseliş yıllarında yabancı devletlere tanınmakta idi. Ancak, 16.Yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunda kapitülasyonlar yani yabancılara denizlerimiz üzerinde tanınan imtiyazlar o denli artış gösterdi ki, Osmanlı İmparatorluğu kendi ülkesinin limanlarında ve denizlerinde olan egemenliğini kaybetmeye, batıya daha çok bağımlı olmaya başladı. Zaten Coğrafi Keşifler gibi faaliyetlere katılmadığı için ticari anlamda zayıflamaya başlayan, Barbaros Hayrettin Paşa gibi önemli denizcileri yetiştirmesine rağmen ileriki süreçte denizlere ve denizciliğe yeteri kadar önem vermeyen Osmanlı, Özellikle, 18.Yüzyılda başlayan sanayi devrimi ile, batının sanayileşmesi karşısında, zayıf ekonomik yapısı sebebiyle direnç gösteremedi ve çöküşe geçti. Özellikle 19.Yüzyılın başlarında yabancı devletlerle imzalanan başta Baltalimanı Antlaşması olmak üzere bir çok antlaşma ile Osmanlı, denizler üzerindeki kontrolü tamamen kaybetti. 1770’de Çeşme’de, 1827’de Navarin’de ve 1854’te Sinop’ta Osmanlı Donanmasının yakılması ise Osmanlı’nın denizdeki askeri gücünü de yok etti. Artık, Osmanlı’nın çöküşe geçtiği ayan beyan ortaydı ve çöküş durdurulmaya çalışılıyordu. 19.Yüzyılda yapılan ıslahatlarla çöküş durdurulmaya çalışıldı ancak beklenen sonuç alınamadı.. Aslında, bu dönemde Kapitülasyonların zararlarının devlet kadrolarında farkedildiği de bir gerçektir. Bunun en somut örneği, İttihat ve Terakki Hükümeti, I.Dünya Savaşı’na Osmanlı’yı sokmadan bir kaç ay önce 9 Eylül 1914 tarihinde İstanbul’daki bütün büyükelçiliklere gönderdiği ültimatomda, 1 Ekim 1914 tarihinden itibaren, bütün ticari ve adli kapitülasyonların kaldırıldığını bildirmesi idi. Bu ültimatomun savaş sebebiyle alındığı mı yoksa, milli bir refleksle mi alındığı tartışması bir yana, Osmanlı Devleti’nin bir kaç ay sonra I.Dünya Savaşına dahil olması ve savaştan yenik çıkması, bu “radikal” kararın uygulanması imkanını ortadan kaldırmıştı. Artık ülke galip devletlerin işgali altındaydı.
Savaşın galiplerinin bu işgaline karşı Türk milletinin sinesinden doğan Milli Mücadele hareketi ise ulusun egemenliğine karşı olan saldırgan ve yok edici işgal hareketine karşı direnmenin gerekliliğini kavramış ve harekete geçerek, emperyalizme karşı verdiği mücadeleyle çağının en büyük anti-emperyalist zaferini elde etmişti. Ancak, Mustafa Kemal, hem savaş esnasında hem de sonrasında; Milli Mücadelenin ve akabinde gelişen Türk Devrimi’nin temel amacının ulusun tam bağımsızlığını sağlamak ve egemenlik haklarını ulusu esaret altına almaya çalışan yabancılardan güçle ve zorla geri almak olduğunu her fırsatta dile getirmiştir.
Bu amaçla, Lozan Antlaşması görüşmelerinde, Türk tarafının üzerinde en kararlı davrandığı ve taviz vermediği konulardan biri de Kapitülasyonlar konusu olmuştur. Zira, Kapitülasyonlar, örtülü bir işgal aracı olarak kullanılmış ve geçmişte Osmanlı devletinin birçok adli ve ticari sahadaki egemenliği bu araç kullanılarak gasp edilmiş, zamanında Akdeniz’in çok önemli limanlarına sahip olan Osmanlı, kendi limanlarında ve denizlerinde yabancı bir devletten farksız hale getirilmişti. İşte bu acı tecrübeler, Milli Mücadele Hareketi’nin kapitülasyonların kaldırılması konusundaki kararlı tutumunun esas nedenidir. Bugün bir çok çevrenin “hezimet” veya “ihanet” olarak nitelendirdiği Lozan Antlaşması’nda aslında, Türk ulusunun geçmişte gaspedilmiş egemenlik hakları geri alınmış ve kapitülasyonlar kaldırılmıştır (Bknz: Md.28). Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin denizler üzerindeki tam bağımsızlığını ve egemenlik hakkını sonuna kadar kullanacağının tam anlamıyla deklare ettiği an, Kabotaj Kanunu’nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden kabul edildiği 19 Nisan 1926 tarihidir. Tam adı, “Türkiye Sahillerinde Nakliyat-ı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun” olan 815 sayılı Kabotaj Kanunu ile, 1 Temmuz 1926 tarihi itibariyle, Türk denizlerindeki egemenlik hakkı tam anlamıyla Türk Ulusu’na verilmiş, Mavi Vatan düşmandan temizlenmiştir.
Atatürk, eski bir kurmay olarak denizciliğin hem askeri alanda hem de diğer alanlardaki öneminin farkındaydı. II.Abdülhamit’in kendisine karşı darbe yapılacağı endişesiyle donanmayı Haliç’te çürütmesinden dolayı, Trablusgarp Savaşı’nda Osmanlı’nın deniz gücünden mahrum kalmasının ne gibi sonuçlara yol açtığını bizzat görmüş, yine Çanakkale Savaşı ile ilgili değerlendirmelerinde denizlerdeki askeri üstünlüğün önemine işaret etmişti. Bu bağlamda, Türkiye’nin denizler üzerindeki askeri gücünü arttıracak, yine onu deniz ticaretinde önemli konuma getirecek bir milli denizcilik politikasını gerekli görüyordu. Lozan Antlaşmasında, Kabotaj Kanunu’nun kabulü ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imza edilmesi ile bu milli denizcilik politikasının temelleri atılmış, yine Atatürk, 01 Kasım 1937 tarihinde TBMM II.Dönem II.Toplantı Açış Konuşması’nda şu ifadelerlde bu politikanın felsefesini ilan etmiştir: “En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ilerici denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz. Denizcliği, Türk’ün milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız”. Atatürk döneminde, bu milli ülküyü başarmak maksadı ile, Lozan, Kabotaj Kanunu ve Montrö gibi zaferlerin yanında deniz ticaretinin geliştirlmesi adına bir çok yatırım yapılmış, Hatay’ın 1939’da Anavatan’a katılması ile İskenderun Limanı gibi, Doğu Akdeniz’de stratejik konuma sahip bir liman kazanılmıştı. Ancak, özellikle 1950’li yıllardan itibaren bu denizcileşme politikası terkedilmeye başlanmış, 1952’de Türkiye’nin NATO’ya girmesi de bu terk edişte etkili olmuştur.
Nazım’ın deyimiyle “dört nala gelip uzak asyadan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin, denize yeteri kadar önem vermemesi, kabul edilebilir bir durum değildir. Osmanlı’da dönem dönem önem verilen denizcilik, Cumhuriyet ile birlikte sıçrama yapmışsa da, hala toplumsal anlamda bir denizcilik bilincinin oluşmadığı görülmektedir. Ancak bu bilinç eksikliğinin yaratabileceği sonuçları ise Amiral Cem Gürdeniz şu sözleriyle ifade etmektedir; “Tarih Hititlerden beri yazmakta ki denizlere ve denizciliğe önem veren tüm Anadolu devletleri gelişmiş, Akdeniz’e sırtını dönen tüm devletler yıkılmıştır”. Bu anlamda, Türkiye’nin denizcileşmesi, denizciliği milli bir ülkü olarak benimsemesi, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Zaten Uluslararası İlişkiler disiplininde de bir devletin egemenliği sadece üzerinde bulunduğu kara parçasından da ibaret değildir. Tarihte olduğu gibi 21.Yüzyılda da denizler en önemli egemenlik konularından biridir. Bu sebeple, her ne kadar çağ değişse de, coğrafi şartlar bize belirli politikaları izlememizi zorunlu kılmaktadır. Ulusal Stratejik hedeflerimizi belirlerken, bu zorunluluktan hareket ederek, güçlü ve caydırıcı bir deniz gücüne sahip olmak, deniz ticaretinde ulusal ihtiyaçlarımızı karşılamak üzerine temellenmiş bir filo kurmak, Mavi Vatan’daki enerji kaynaklarının bulunması ve bu kaynakların işletilmesi üzerine çalışmalar yapmak, yine Türk ulusunun Mavi vatan üzerindeki egemenlik haklarına zarar verecek her türlü faaliyetten kaçınacak ve açıktan cephe alacak bir politika benimsemek, milli ülkünün ödevleridir.
Bugün, özellikle Ege’de ve Akdeniz’de Türkiye’nin taraf olduğu sorunlar, egemenlik sorunudur, ulusal sorundur. Yunan ve Rum tezlerinde işlenen, Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsetme planı adım adım uygulanmakta, Lozan Antlaşmasında belirlenen hükümler ihlal edilmekte, hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin denizler üzerindeki hakları gaspedilmekte, hatta zaman zaman Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinden İstanbul ve Çanakkale boğazlarının statüsü gündeme getirilmektedir. Öte yandan Çaka Bey’den günümüze uzanan Türk Denizcilik Kültürü’nün ürünü olan Deniz Kuvvetleri, çeşitli kumpaslarla tasfiye edilmiş, Türkiye’nin denizcileşmesinin önü kapatılmaya çalışılmıştır. Bu şartlar altında Türk Ulusu, Milli Denizcileşme felsefesine sıkı sıkıya sarılmaya, bu felsefeyi benimsemeye, ve bu felsefe çerçevesinde bir dış politika geliştirmeye mecburdur. Aksi takdirde, savaş alanlarında, Antlaşma masalarında kazandığımız egemenliğimizi ve tam bağımsızlığımızı sahada kaybetme ihtimali ile karşı karşı kalınacaktır. İşte bu sebeple Parolamız Tam Bağımsızlık, İşaretimiz Mavi Vatandır.
Ali ERGENDEDEOĞLU
KAYNAKÇA:
1-) “Doğu Akdeniz Krizi bu tarihten bağımsız düşünülemez” – Çağdaş Bayraktar – ODA TV – https://odatv4.com/dogu-akdeniz-krizi-bu-tarihten-bagimsiz-dusunulemez-01071943.html
2-) Kabotaj ve Mavi Vatan – Cem Gürdeniz – Cumhuriyet – 01.07.2020 – https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/kabotaj-ve-mavi-vatan-cem-gurdeniz-1748618
3-) 24.07.1923 kabul tarihli Lozan Antlaşması Tam Metni
4-) 815 sayılı 19.04.1926 Kabul Tarihli Kabotaj Kanunu Tam Metni
5-) “Denizcilik bilinci olmadan denizci devlet olunmaz” – Dr.Nejat Tarakçı – Türkiye Denizcileşmelidir – Üçüncü Yol
6-) “Baltalimanı prangasından Kabotaj Bayramına… – Hasan Raşit İnan – Türkiye Denizcileşmelidir – Üçüncü Yol
7-) Atatürk’ün 01 Kasım 1937 tarihli TBMM II.Dönem II.Toplantı Açılış Konuşması
Yorum ekle