Osmanlı Devleti için Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve yenilginin, teslimiyetin, devlet halinde yok oluşun başlangıcını temsil eden Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918), güney illerimiz ile birlikte İzmir’in de işgaline de meşruiyet kazandırmıştı. Antlaşmanın birtakım maddeleri, her an doğabilecek basit durumları Türk yurdunu işgal için gerekçe göstermiş, bunu da Rauf Paşa (Orbay) başkanlığındaki İstanbul Hükümeti temsilcilerine ve dolayısı ile saltanata kabul ettirmişti. Gerçekleştirilecek bu kanlı saldırının baş aktörü İngilizler olmuştu.
Anadolu’yu dört yıl boyunca kana bulayacak ve nüfusundan birikimine, canlılığından toprağının verimine kadar Türk insanını her şeyiyle yok etmeyi amaçlayan saldırı planlanmıştı. Saldırının başlangıcı ve hedefi Mondros Mütarekesi’nin üzerinden daha 1 hafta geçmeden, Güney illerimiz (İskenderun, Adana, Antep, Maraş, Urfa) olmuş ve tamamen halk direnişine dayalı bir Kurtuluş mücadelesi başlamıştı. Öyle ki; 11 Kasım 1918 yılında Yıldırım Orduları Komutanlığı’ndan ayrılana dek Mustafa Kemal Paşa o bölgededir. İşgal ihtimalini çok önceden öngörerek İstanbul Hükümeti’ni bu alçak girişime karşı çıkmak için ikna etmeye çalışır. Oysa ki, o hükümet ülke topraklarının çeşitli gerekçelerle işgal edilebileceğini ateşkes antlaşması ile kabul etmiş durumdadır. Hükümet, muhtemel İngiliz işgalinin aptalca bir acziyet ve gaflet içerisinde “koruma ve güvenlik amaçlı” olduğunu iddia etmiş, Mustafa Kemal Paşa’nın da bunu kabul etmesini bir emir olarak sunmuştur. O ise bu emre karşı çıkmış ve tüm birliklere “İskenderun’a asker çıkarılması halinde, çıkarmanın silah kullanılarak önlenmesi” buyruğunu vermişti. Bu onurlu karşı çıkış kendisinin de görevinden olmasına neden olmuş ancak bir büyük halk ayaklanmasının, onurlu bir yaşam savaşının ilk kıvılcımı çakılmıştır. Bölgenin duyarlı insanları, Mustafa Kemal Paşa’nın gizli telgraflarından aldıkları destek, güvence ve düşmana teslim edilmesi gereken ordu silahlarının bir kısmının teslimi ile gerilla yöntemlerini kullanarak destansı bir direnişe başladılar. Öyle ki; bahsi geçen illerimiz savaşın ilerleyen dönemlerinde kendi kendilerini kurtararak Kuvayi Milliye örgütlenmesinin başarısı ve cesaretini tüm dünyaya kanıtladılar.
***
Lakin aç gözlü emperyalizm düzensiz Kuvayi Milliye çetelerinin dahi tam anlamıyla karşı koyamayacağı büyüklükte ve saldırganlıkta olan yeni piyonunu sahaya sürmeye hazırdı. Batı Anadolu hayalleriyle yüzyıllar boyunca Türk düşmanlığı ile bileylenen Yunan devleti, toplumunun büyük bir çoğunluğu ile birlikte ağzından salyalar akıtır halde savaşa hazırdı. 1919 yılının ilk çeyreği bu tarihsel düşmanlığın körüklenmesine ve Anadolu Rumlarını komşularına düşman edecek nitelikte gerçekleştirilen kara propagandalara sahne oldu.
Güney illerimizde beliren milli kıvılcımın, düşmanın gaddarlığı ve haksızlığı ile harlanacağı gün 15 Mayıs 1919 oldu.
İngiltere’nin Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İşgal Gücü Yüksek Komiseri Arthur Calthorpe, İzmir’de Yunan işgalinin başlayacağını 14 Mayıs gününde şehirde bulunan kendi personeline bildirdi. Yani, Yunan birliklerine işgal emrini verdiğini ilan etmiş oldu.
Kim bilir, Calthorpe 14 Mayıs günü, 15 Mayıs’ın ileride nelere yol açacağını bilseydi belki de bu işgale hiç kalkışmazdı. Çünkü, 14 Mayıs gününden ülkeye baktığımızda güney illerimizde gelişen, yer yer cılız kalan ve ülke geneline yayılmayan işgal karşıtı eylemler görüyoruz. Ancak 15 Mayıs ve süregelen günlerden sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın da Samsun’a çıkışının ve yayınladığı genelgelerinde etkisiyle, karşımıza tüm yurdu saran kurtuluş, bağımsızlık mitingleri ve kendiliğinden doğan Kuvayi Milliye direniş örgütleri çıkıyor.
İzmir’in işgali, onur ve bağımsızlık için verilecek topyekün mücadeleyi alevlendirecek son kıvılcım, ilk etkili fırtına oluyordu.
Öyle ki, üç yıl boyunca Batı Anadolu’yu kasıp kavuracak kanlı işgalin tüm işaretleri 15 Mayıs günü karşımıza çıkıyor. İstanbul Hükümeti’nden işgale direnmemesi yönünde emir alan Türk askeri, hayatında yaşayacağı en onur kırıcı saatleri o gün kışlasında bekleyerek geçiriyordu. O gün yaşanan olayları, yüksek rütbeli bir Fransız subayı not defterine şu şekilde yazmıştı:
“Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca ‘zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. Kışlada, 56.Süvari Alayı’nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir gereği burada toplanmış subay vardı. Bu savunmasız insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş salvosu başladı. Ateşe makineli tüfekler de katıldı. Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere serildiler… Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere yıkıldı. Daha sonra yeniden başlayan ateş yavaşlayınca, Türk komutan çıktı. Tehditler ve küfürler arasında, komutana bazı emirler verildi. Türk subay ve erler, kışlayı terk edecekler ve derhal gemilere bineceklerdi. Çıkış başladı, ayakta yürüyebilecek durumdaki yaralılar, arkadaşlarının yardımıyla kafileye katıldılar. Limana doğru yürüyorlardı. Hakaretler, tecavüz ve cinayetler başladı, Türk subaylar, tüfek dipçikleri ve süngülerle hırpalandılar. Üstleri arandı ve soyuldular. Hayatta kalarak oraya kadar gelebilmiş olanlara; Petris kruvazöründen, destroyerlerden, İzmir’deki Yunan Bankası ve çevresinden ve civardaki Rum evlerinden ateş açıldı. Yunan denizciler birbirleriyle gülüşerek Türk subaylara nişan alıyorlardı. Otuzdan fazla subay vurularak, binecekleri geminin önünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri geminin ambarına, hayvanların yanına tıkıldılar.”[1]
Direnmeme yönündeki emrin esas sahibi Vahdettin “ne olursa olsun kan dökülmesine yol açacak” eylemlerden uzak durulmasını buyurmuştu.
İşte, Türk insanı için saltanatın son buluşu belki de böyle bir fermanın ardından başlamıştı.
Müslümanları öldürmek için acımasızca saldıran canavarlara karşı, sessizce kaderini beklemesini buyuran birinden Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olur muydu?
Bu sorunun yanıtını ilk olarak Hasan Tahsin, nam-ı diğer Osman Nevres verdi. Aklını, vicdanını ve onurunu kimsenin buyruklarında çiğnetmeyecek Türk ulusunun başkaldırı simgesi oldu.
Onun silahından çıkan mermiler Yunanlılara hiçbir şeyin kolay olmadığını gösterdiği gibi; Antep’te Fransızla, Giresun’da Pontusla, Erzurum’da Ermeni ile dövüşen Türk direnişçilerine onurlu bir mücadelenin büyüdüğünü işaret ediyordu. Yılların getirmiş olduğu yorgunluk, yılgınlık ve güçsüzlük, yerini haklı olmanın vermiş olduğu sonsuz güven ve iç huzuruna bırakıyordu.
Anadolu’yu gezerek direnişi örgütleyen Mustafa Kemal Paşa her yerde bu kanlı işgale karşı protestoların gelişmesini buyuruyor ve o gün şartlarında her yere yayılabilen bu acı olayın haberi Türk insanının ulusal direncini keskinleştiriyordu.
Keskinleşen ve gelişen ulusal direnç, üç yıl boyunca düşmanı yurttan temizleyinceye dek artarak devam etti.
Türk ulusunun yeniden doğumu başarabilmesinde 15 Mayıs’ı ulusal bir başkaldırı gününe çeviren kahramanların şüphesiz ki, çok büyük payları var. Öyle ki; 19 Mayıs 1919, 15 Mayıs ile birlikte daha anlamlı ve görkemli bir hale geldi.
Böylece zafer sonrası elde edilen ulusal egemenlik ve Cumhuriyet, Türk milletine bir kez daha mezalime uğramamanın, uğrasa bile düşmana işgal edilmeden başkaldırmanın şifrelerini ve erdemini öğretti.
Başta Hasan Tahsin olmak üzere, o gün ve daha sonraları ulusal bağımsızlık ateşini ülkenin tamamına yayan tüm kahramanların ruhu şad olsun.
Çağatay UNCU
15 Mayıs 2017
DİPÇE:
[1] Metin Aydoğan, “Ülkeye Adanmış Yaşam(1), Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı (1919-1923)”, Umay Yayınları, 24. Baskı, syf. 183
Yorum Ekle