Hukuk kavramının tanımı ve doğuşu:
İnsanlığın ortaya çıkışından bugüne kadar gelinen süreçte çeşitli kavram ve kurumların belirli olay ve olguların hemen ardından ortaya çıktığı, tarih biliminin kaydettiği bir gerçektir. İnsan, toplumsal bir varlık olmaya başladığı andan itibaren, toplum içerisindeki ilişkileri düzenleyen belirli kavramlar ve kurumlar inşa etmeye ve toplumsal yaşamı kontrol altına almaya ihtiyaç duymuştur.
Bugün, Hukuk kavramının sözlükteki tanımlarının yanında fiili olarak kullanımına baktığımızda iki temel anlam ile karşılaşırız. Birinci anlamı, “toplum düzenini sağlayan kurallar bütünü”dür. Yani yukarıda da belirtildiği üzere toplumsal ilişkilerini belirli ölçülerle düzenleyen kuralların tamamına denir. İkinci anlamı ise “haklar” demektir. Hukuk kelimesi, etimolojik olarak Arapça’daki “Hak” kelimesinin çoğulunu ifade etmektedir. Örneğin “bir insanın hukukunu korumak” ifadesinde bir insanın haklarının korunmasını kastedildiği kolayca kestirilebilir.
Bu tanımlamalar ışığında, insanın, hukuk kavramını yaratırken, toplumsal düzeni tesis etmeyi, kargaşa ve benzeri düzensizlikleri ortadan kaldırmayı amaçladığını görüyoruz. Can ve Mal güvenliği, mülkiyet hakkı ve benzeri bir çok hakkın korunması için konulan basit kurallar dizini, bugünkü hukukun temelini ve en ilkel hali olan “İlkel Hukuk” u ve modern toplum yapılarının oluşması neticesinde ortaya çıkan “Modern Hukuk” toplumsal ihtiyaçların sonuçlarıdır. Çağlarına ve kuruldukları toplumsal yapılara göre değişiklik gösteren, bu kurallar bütünlerininin, toplum içerisindeki bireylerin haklarının korunmasını sağladığı düşünüldüğünde, hukuk kavramının ikinci anlamı olan “haklar” ile birinci anlamı arasındaki ilişkinin mantığı daha iyi kavranacaktır.
Hukuk ile Devlet Aygıtı’nın ilişkisi:
Hukuk kavramının tanımlarını ve Hukuk’un doğuş sebebi ile üstlendiği işlevi dile getirdikten sonra ise dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu ise, hukuku kimin veya neyin uygulayacağı hususudur. Zira, Hukuk’un varlığının temel şartları arasında yargılama ve bu yargılama sonucunda varılacak karar neticesinde uygulanacak cezai müeyyide önemli yer tutmaktadırlar. Yasada belirtilen bir suç (cürüm)’un işlenmesi halinde herhangi bir ceza (cezai yaptırım) öngörülmemişse, orada hukukun varlığından söz edilemez. Zira, toplum düzenini sağlayan kurallar bütününün caydırıcı olması, cezai müeyyide gücü ile mümkündür. Peki, yargılama ve cezai müeyyide uygulama gücüne kim sahiptir? Siyaset Bilimciler ve Hukukçular, Modern devlet yapılarında bu güce sadece devletin sahip olduğunu yani bu alanda devlet tekeli olduğunda hem fikirdirler. Zira, devlet kendi egemen sınırları içerisinde kendi hukukunu işletmeye yetkili tek organ hükmündedir. Zaten devlet aygıtının doğuşuna bakıldığında da, hukuk kavramının bir ürünü olduğu açıkça göze çarpar. İnsanlar, hukuku işletmek için ihtiyaç duydukları aygıtın adına “Devlet” adını vermişler, bu aygıtı kolluk gücü, yargı gücü ve cezai yaptırım uygulama gücü ile donatmışlardır. Ancak kabul edilmelidir ki, tarih boyunca devletler, insanların haklarını korumada her zaman başarılı olamamışlardır. Tarihteki çeşitli yönetim şekillerine sahip, farklı coğrafyalardaki ve toplumsal yapıdaki bir çok devlet, içerisinde yaşayan vatandaşın hakkını korumak bir yana, devlet aygıtını elinde tutan, kişi veya grupların çıkarlarını öncelikli tutulması sebebiyle, halkın üzerinde baskı kurmuşlardır. Köleci toplumlarda da, feodal toplum yapılarında da, kapitalistleşen ülkelerdeki toplumlarda da -kaldı ki kapitalizm ile modernleşmenin eş güdümlü olduğu fikri zaten tartışmalıdır- devlet aygıtını yönetenlerin ellerindeki gücü baskı ortamı yaratma ve sindirme politikalarında kullandıkları bilinmektedir. Anarşizme göre, bu sorunun temel sebebi devlet aygıtının varlığıdır. Ancak, sorunu derinlikli olarak incelediğimizde, bu baskı halinin temel sebebinin hukuk kavramının ortadan kaldırılmasında ve hukuku tayin etmesi gereken yargının siyasi erk’in denetiminde “demokles’in kılıcı” haline getirilmesinde olduğunu anlarız. Aslında bu durum daha önce de değinildiği üzere devlet aygıtının doğuş sebebiyle çelişkilidir. Zira, T. Hobbes’un ve J.J Rousseau’nun “doğa durumu” olarak ifade ettiği, devlet aygıtının bulunmadığı şartlarda, gücü elinde tutan, güçsüze karşı zaten baskı uygulayacak, onu sömürecek, haydutlukla onu açlığa ve yoksulluğa mahkum edecekti. Bu bağlamda her ne kadar Rousseau, devlet aygıtının varoluşundan önceki durum olan “doğa hali”ne Hobbes kadar karamsar yaklaşmasa da Hobbes’un da ifade ettiği şekilde, devlet aygıtı, hukuku uygulaması için zorunluluk eseri ortaya çıkarılmış bir aygıttı ve bu aygıtın varlık sebebi, doğa halindeki eşitsizliğin önüne geçmek, güçsüzü güçlüye karşı korumak olarak idealize edilmişti. Bu bağlamda, devlet’in varlık sebebi eğer hukukun varlığı ile açıklanıyorsa, ve devleti yaratan şey hukuksa, Ünlü hukukçu ve devrim şehidimiz Muammer Aksoy’un “Devlet hukukla yaşar” derken ne kastettiği, bu bağlam içerisinde daha da anlam kazancaktır.
Türkiye’de Hukuk Sistemi’nin temel bozuklukları:
21.Yüzyıl Türkiyesi’nde hukuk ve hukuku uygulaması gereken organlar adına karşılaşılan manzara hiç de iç açıcı değil. Ülkede mahkemelere olan güvenin azaldığını bizzat Yargıtay başkanı ifade eder hale gelmiş durumda. Siyasi görüşü, kökeni, dini veya felsefi inancı farketmeksizin neredeyse bütün vatandaşlar, ülkede mahkemelerin adalet dağıtmadığı ve yasaların uygulanmadığı konusunda başka hiçbir konuda olmadığı kadar hemfikirler. Peki neden? İnsanlar, mahkemelerin adaletinden bir sabah kalktıklarında mı şüphe etmeye başladılar? Tabi ki hayır. Sorun, daha derinlikli ve daha kapsamlı. Sorun, Hukuk sisteminin bozukluğudur ve elbette ki bu bozukluğun da birçok nedeni bulunmaktadır.
Birinci neden; teorik ve pratik esaslara dayanıyor. Yargıtay eski üyesi Sami Selçuk, hukuk bilimini şu sözlerle ifade eder; “Hukuk, yazılı bilimleri usa vurma ve yorumlama bilim ve sanatıdır”. Yani iyi bir hukukçunun, yazılı hükümleri sadece ezberlemekle sorumlu olmadığını, o yazılı hükümleri akla ve mantığa göre yorumlaması gereken kişi olduğunu açıkça vurguluyor. Zira, hukuki faaliyetler, bir münazaradan ve müsamereden çok öte şekilde, ciddi ve toplumsal ilişkilerin yapısı ile düzenlenmiş faaliyetlerdir. Doğal olarak da hukukçunun nitelikli bir altyapı ve bilgi birikime sahip olması şarttır. Oysa bugün, ülkenin her yanında mantar gibi türeyen, hukuk fakültelerinin eğitim kalitelerini incelediğinizde, tıpkı diğer bölümlerde de olduğu gibi ezber esasına dayanan, olabildiğince eleştirel düşünme ve incelemeden kaçınan, kalıpçı, mantığa değil yazılı olanın kaba tanımına öncelik veren, niteliksiz bir eğitim ile karşı karşıya kalıyoruz. Hayatın olağan akışından bihaber, çevresindeki olayları yorumlama konusunda yetersiz bırakılan öğrencileri, madde ve içtihat ezberleterek, mezun etmeye çalışan eğitim sistemi, Türk Hukuku’na açıkça zarar veriyor. Hukuk Felsefesi ve metodolojisi gibi alanlarda verilen eserler aynı şeyleri tekrar eden, sığ kalıpta, düşünmeye teşvik etmeyen yazınlardan öteye gitmiyor. Sürekli açılmaya devam eden hukuk fakültelerinden mezun olanlar ise iş bulmakta zorlandıkları için hayatta kalmak adına mesleklerinin ticarileşmesine ve kamu hizmeti çizgisinden ayrılmasına göz yumuyorlar ya da göz yummak zorunda kalıyorlar. Maalesef, bu duruma başta barolar olmak üzere hukuk ile ilgili bir çok kurum ve kuruluşun da sorumluluğu bulunmaktadır.
İkinci neden, yasal mevzuatların içerikleri ile ilgili. Her ne kadar Anayasanın 11.Maddesi’nde “Kanunlar anayasaya aykırı olamaz” ibaresi bulunsa da bugün kanunlardaki birçok madde açıkça anayasaya aykırı hükümler içeriyor. Burada yasaları, Anayasaya aykırı olmasına karşın Meclis’teki çoğunluğu sayesinde kabul ettiren iktidarların ve bu tip oldu-bittilere ses çıkarmayan yargı kurumlarının suçu büyük. Hatta, durum öyle trajik bir hale gelmiş durumdaki, Anayasanın bazı maddeleri birbirleriyle açıkça çelişmesine rağmen bu çelişkinin giderilmesine dair en ufak bir adım dahi atılmıyor.
Üçüncü neden, adli kurumlardaki yapısal bozukluklardır. Aslında Türkiye’de yargı kurumlarının yani Yargı Erki’nin kurumlarının görevleri ve sınırları, yasalar ve anayasa ile belirlenmiştir. Ancak, bugün ne yerel mahkemelerin, ne bölge idare mahkemelerinin ne de Anayasa Mahkemesi’nin iç işleyiş bakımından sağlıklı bir yapıya sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu sağlıksız yapının temelinde yatan nedenlerden birisi de hiç şüphesiz liyakat eksikliğidir. Türkiye’de özellikle son yıllarda Yargıtay veya Anayasa Mahkemesi gibi yargı erkinin en yüksek kurumlarında çeşitli görevlere getirilen isimlerin mesleki yeterlilikleri hep tartışma konusu olmuştur. Siyaset ve çıkar çevrelerinin desteğiyle çeşitli makamlara yükselen isimlerin varlığı bir sır değildir. Bu tip “ilginç” yükselmelerin yanı sıra yine hakim ve savcıların, karar verirken yahutta iddianame kaleme alırken “acaba bu yazdıklarım beni sürdürtür mü? birilerinin ayağına basmış olur muyum?” diye düşünmeye sevk eden şeylerden biri de, Hakim ve savcıların, verdikleri kararlardan veya yazdıkları iddianamelerden dolayı sürülmeyeceklerine veya kendilerine dokunulmayacağına dair hiçbir mesleki güvencesi olmamasıdır. Hatta bundan da öte, hala sistemimizde “sürgün” gibi garabet ve çağdışı bir uygulamanın varolmasıdır. Yine bu yapısal bozuklukların temelinde yatan bir diğer sorun, mahkemelerin işleyiş tarzı (yargılama süreci)’na ilişkindir. Türkiye’de yargı kurumlarının yavaşlığı, bürokratik engellerin çokluğu; yargılama sürecinin düğümlenmesine neden olmakta, bu düğümlenmeyi çözmek adına ise, yargılama sürecinin hızlandırılması adı altında bir çok yerel mahkemede 10-15 dk içerisinde duruşma düzenlemekte, duruşmalardaki taraflar, iddia veya savunmalarını tam anlamıyla yapamamaktadırlar.
Dördüncü sebep ise yargı bağımsızlığının yok edilmesidir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir ülkede Yargı erki’nin yürütme erki (siyasi güç)’nin kontrolü altına girmeyeceğini ummak nasıl mümkün değilse, Yargı bağımsızlığının olmadığı bir ülkede, yargı kurumlarının adalet dağıtacağına inanmak da bir o kadar mümkün değildir. Hukuk’ta “Silahların Eşitliği (Equality of arms) olarak ifade edilen ve yargılama sürecinde davadaki tarafların hukukun önünde eşit şartlarda yargılanması ve usuli hakkaniyetin tüm yargılama boyunca korunması anlamına gelen adil yargılanmanın temel ilkesinin, yürütme erki’nin yargı erki’ni egemenliği altına aldığı bir ortamda uygulanabileceğine inanmak imkansız hale gelmektedir. Zamanında, vatanseverlere karşı kurulan Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarında, bu imkansızlık halinin en çarpıcı örneğini ülke olarak çok acı şekilde tecrübe ettik.
Bütün bunların yanında hukukun adeta “tukaka” ilan edilmesine da dikkat çekmek gerekir. Yine, Prof.Dr.Muammer Aksoy’un da yıllar önce ifade ettiği gibi Temel hak ve hürriyetlerden, özellikle siyasal düşünce hürriyetinden ve hukuk devleti güvencesinden yoksun sadece 4 yılda bir yapılan seçimlere dayanan ve sandıktan çıkanın her şeyi yapabileceği bir rejim demokrasi olarak kabul edilir hale gelmiş durumdadır. Yani, hukuk demokrasi ile apayrı kulvarlar olarak kabul edilmiş, demokratik rejimin temel değerleri ve şartları görmezden gelinerek, hukuk tasfiye ve ters yüz edilme yoluna gidilmektedir. Bugün, ülke olarak “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz”lardan, “yasalar ve anayasa ayak bağıdır, her zaman da yasaya bakmayın” noktasına sürüklenmiş durumdayız. Münci Kapani’nin Hukuki (Yasal-Akılcı Otorite) olarak ifade ettiği, meşruluk kaynağını hukuktan alan yönetim anlayışı yerine, yargıyı demokles’in kılıcı gibi kullanan bir yönetim anlayışı, açıkça parlatılmakta, övülmekte ve hatta kurulmaktadır.
Hukukçuların üzerine düşen görevler:
Hukukçu, yazılı hükümleri usa vurarak, değerlendiren ve yorumlayan, yine bunları yaparken hayatın olağan akışını ve toplumsal şartları göz önünde bulunduran kişiye denir. “Hukukçu” ifadesi sadece bir mesleği değil, aynı zamanda bir kamu hizmetinin gerçekleştiricisini ifade eder, zira hukuku işletmek, hakkaniyeti ve adaleti sağlamak, toplumun yani kamunun yararına faaliyetlerdir. Bugün bir hakim, gerekçeli kararı kaleme alırken, karar metnine “Türk Milleti adına” ibaresine ekleyerek, “Millet adına” karar veriyorsa, bir savcı, mesleki adının önünde devletin şekli olan “Cumhuriyet” ifadesini taşıyorsa ve bir avukat’ın cübbesinde tıpkı diğer hukukçuların cübbelerinde olmadığı gibi “güçlüler karşısında önünü iliklememesi için” bir düğme ve ilik konulmamışsa, bu kimseler hukukun varlığını ve uygulanmasını, adaletin sağlanarak, toplumsal yararın temin edilmesini sağlamakla yükümlüdürler.
Bacon, kaleme aldığı yazılarında yargıçların görevinin “hakkı söylemek olduğunu (ju dicere) söylemiş ve eklemişti, “bir yargıç kendisini doğru yargıya götürecek yolu hazırlamak zorundadır”. Oysa bugün, Türkiye’de hasbelkader bir şekilde, yargı erkinin bir parçasında görev alan almaya başlayan ve adalet dağıtması beklenen veya mahkeme salonlarında hakkı haykırması gereken bir çok “Hukukçu”, yazılı hükümleri usa vurma ve yorumlama bilim ve sanatının (Hukuk)’nin gereklerini yerine getirmekten kaçınıyorlar. Geçmişte, “İstesem bir dakika da delil üretirim” diyenlerin Türk Yargısına verdiği zarar onarılamadığı gibi, hala Anayasanın ve yasanın hükümlerini uygulama konusunda ikircikli tutum takınılması, durumun vehametini daha da arttırıyor. Oysa unutulmaması gereken bir nokta vardır: insanların haklarını korumak, ne bir lütuf ne de cömertlik duygusunun dışa vurumu olan bir hediyedir. Hukuku uygulamak, adaleti sağlamak, üstünlerin yarattığı sahte hukuku değil, hukukun gerçek üstünlüğünü hakim kılmak, herkesin görevi ve insanca yaşamak için tek çaresidir ve yine unutumamalıdır ki hiçbir şekilde geç gelen adalet, adalet değildir. 10 Temmuz Dünya Hukuk Günü kutlu olsun.
Ali ERGENDEDEOĞLU
Kaynakça:
1 -) T.C. Anayasası
2 -) Denemeler – Francis Bacon – Yapıkredi Yayınları – Sf. 206 – 16.Baskı – İstanbul
3 -) İktidar – Bertnard Russell – Deniz Yayınları, İstanbul, 1983
4 -) Leviathan – T.Hobbes – Yapıkredi Yayınları – 8.Baskı
5 -) Politika bilimine giriş – Münci Kapani – BB101 Yayınları – 57.Baskı – 2018
6 -) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre Silahların Eşitliği – Güney Dinç – TBB Dergisi – Sayı:57 -2005 (Makale)
7 -) Kısıtlı Demokrasi Sancılı Hukuk – Sami Selçuk – Truva Yayınları – 2009
8 -) 1136 sayılı Avukatlık Kanunu
9 -)Devlet Hukukla Yaşar – Muammer Aksoy – Cumhuriyet Kitapları – 2010 -1.Baskı
İyi akşamlar Ali. Güzel bir araştırma yaparak yazmışsın. Avukatların mücadelesi boşuna değil. Onları desteklemek gerekiyor. Çünkü savunma herkese gün gelir lazım olur. Başarılar dilerim.